Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

17 Ocak 2011 Pazartesi


.. 32


ZÜLKARNEYN KİMDİR?



Rahman Ve Rahim Allah'ın Adıyla


“Sana Zülkarneyn hakkında sorarlar. De ki: “Size, ondan da 'öğüt ve hatırlatma olarak' (bazı bilgiler) vereceğim. Gerçekten, Biz ona yeryüzünde sapasağlam bir İktidar verdik ve ona her şeyden bir yol (sebep) verdik. Böylelikle, bir yol tutmuş oldu. Sonunda güneşin battı­ğı yere kadar ulaştı ve onu kara çamur bir gözede batmakta buldu, yanında da bir kavim gördü. Dedi ki: “Ey Zülkarneyn, (istiyorsan onları) ya azaba uğratırsın veya içlerinde güzelliği (geçerli İlke) edinirsin.” De ki: “Kim zulme saparsa biz onu azaplandıracağız, sonra da Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azapla azapIandırır. Kim de iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan da kolay olanını söyleyeceğiz.” Sonra (yine) bir yol tutmuş oldu. Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı ve onu kendileri için ona karşı bir siper kılmadığımız bir kavim üzerine doğmakta iken buldu. İşte böyle, onun yanında “Özü kapsayan bilgi olduğunu” biz büsbütün kuşatmıştık. Sonra bir yol daha tuttu. İki seddin arasına kadar ulaştı, onların (sedlerin) önünde hemen hemen hiç bir sözü kavramayan bir kavim buldu. Dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Gerçekten de Yecüc ve Mecüc yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaktalar, bizimle onlar arasında bir sed inşa etmen için sana vergi verelim mi?” Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç ve imkanlar) daha hayırlıdır. Madem öyle, siz bana güçle yardım edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel kılayım. Bana demir kütleleri getirin; iki dağın arası eşit düzeye gelince, 'Körükleyin!' dedi. Onu kor haline getirinceye kadar (böyle yaptı). Dedi ki: 'Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim'. Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne de onu delmeye güç yetirebildiler. Dedi ki: “Bu, benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va'di geldiği zaman O, bunu dümdüz eder; Rabbimin va'di haktır.” [1]

 

Sunuş


Allah'a hamd, emin peygamberi Muhammed'e, O'nun aile ve ashabına salât ve selâm olsun.
Araştırmacı bilim adamları arasında hâlâ derin ilgi ve merak konusu olan araştırma konularından biri de, Zülkarneyn'in kimliğidir. Kur'ân, Zülkarneyn'i yeryüzünde egemenlik kuran, savaş tarihinde önemli başarıları, doğu, batı ve güney cephelerinde savaşları olmuş önemli bir kişilik olarak kaydetmektedir.
Yine Kur'ân, Yecüc ve Mecüc adı verilen bir topluluğun sızmalarına engel olmak üzere yaptığı bir şeddi de zikretmektedir. Kur'ân'a göre Zülkarneyn, Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kişilikti. Ancak onun, kimliği, yaşadığı yer ve zaman hakkında bilgi verilmemişti.
Bu yüzdendir ki geçmişte ve yakın dönemde bir çok Kur'ân müfessiri ve araştırmacısı Zülkarneyn olması muhtemel olan tarihsel kişilikleri araştırmışlardır. Ama hiçbiri, gerek bilimsel ve tarihsel bakımdan, gerekse Kur'ân'da anlatılan özellikleri bakımından herkesin üzerinde görüş birliğine varabileceği bir kişiliğe ulaşmayı başaramamışlardır.
Bazıları Zülkarneyn'in Büyük İskender olduğunu iddia etmişlerdi. Ancak bu iddia, İskender'in putperest olması, Allah'a ve ölümden sonra dirilmeye inanmayışı nedeniyle geçerliğini yitirmiştir. Tarih boyunca benzer bir çok kişilik için bu tür tesbitler yapılmışsa da hiç biri tam anlamıyla tatminkâr olamamıştır.
Yaşadığımız dönemde de konuyla ilgili araştırmalar aynı heyecanla devam etmiştir. Çağımızda bir çok araştırmacı ve ilmî şahsiyet konuyla ilgili dikkate değer çalışmalarda bulunmuş ve bilimsel değeri olan sonuçlara ulaşmıştır. Bunlar arasında en ilginci de değerli ilim adamı Ebulkelam Azad'ın Tercümân-ı Kur'ân adlı tefsirinde ortaya koyduğu görüştür.
Azad, bilimsel araştırma ve tarihsel kanıtlara dayandırdığı çalışmasında Zülkarneyn lakabının, Med Pers kralı Küruş'a [2] uyduğunu söylemiştir.
Azad'ın bu araştırması ilmî ve dinî çevrelerde büyük beğeni ve takdirle karşılanmış ve bilimsel değeri bakımından da ilim çevrelerinde referans olarak kullanılmaya başlamıştır.
Yıllar önce değerli bilim adamımız merhum İmtiyaz Ali Arşî, Mevlana Azad'ın konuyla ilgili yazdıklarını eleştirel bir üslupla ele almış, daha sonrasında yapılan arkeolojik çalışma sonuçlarını da değerlendirmeye alarak Küruş'la ilgili söyle­nenlerin tekrar gözden geçirilmesini gerekli görmüştü. Bun­lar arasında belki de en önemlisi, Kûruş'un dinî kişiliğiyle il­gili şirk ve totemizm endişelerinin ortaya çıkmış olmasıydı.
O, Mevlana Azad'ın yazdıklarını bu çerçevede gözden ge­çirerek Delhi'de Urduca yayımlanan Burhan dergisinde bir makale halinde neşretmişti. Bana da sözkonusu makaleyi Arapça'ya çevirerek Hindistan Bilim Enstitüsü Dergisi'ne verme görevini yüklemişti.
Daha sonra her iki araştırmayı da ilim çevrelerine sunarak Arap diline kazandırmanın yararlı olacağını düşündüm. Bu çerçevede İmtiyaz Ali'nin yazdıklarını, Mevlana Azad'ın araştırmasıyla birlikte neşretme sürecine girdim.
Mevlana Azad'ın Zülkarneyn'le ilgili bu araştırması daha önce de bir takım Arap dergilerinde yayınlanmıştı. Ancak ki­tap halinde sunulmasının umulan yarara daha fazla hizmet edeceğini düşünüyorum.
Araştırmaların çevirisinde Prof. Abdulmunim en-Nemr'in sağladığı değerli katkıları zikretmeden geçemem.
Konuyla ilgili araştırmaların daha da artması dileğiyle bu çalışmayı sizlere sunuyorum. Allah hayra vesile kılsın.
Selmân A. en-Nedyî Medine 1984.

Giriş


Kehf sûresi, tarihsel açıdan Kur'ân'ın en önemli sûrele­rinden biridir. Sûrenin önemi, dört büyük kıssayı içermesinden kaynaklanmaktadır. Bu kıssalar şunlardır:
1. Kehf ashabının kıssası;
2. Musa (as) ile salih kulun kıssası;
3. İki bahçe sahibinin (zü'1-cenneteyn) kıssası;
4. Zü'1-karneyn kıssası.
Kehf sûresinde yeralan bütün öğreti, hüküm ve hikmetler, işte bu dört kıssa kapsamında şekillenmektedir.
İlim adamları, sûrenin iniş sebebi hakkında farklı görüşle­re sahip olmuşlardır.
Bazılarına göre, “Mekke döneminde Kureyşli müşrikler Medine'de yaşayan yahudilere bir heyet göndererek Allah Resûlü'nün durumunu öğrenmek istemişlerdi. Yahudiler de kitab ehli idiler ve peygamberler tarihiyle ilgili bilgileri vardı. Oysa Kureyş müşriklerinin bu türden hiç bir bilgi birikimleri yoktu. Heyet, Muhammed (sav) hakkında bilgi alabilmek için Medine'ye gittiğinde yahudî dinadamlarıyla görüştü. Onlara son peygamberin özelliklerini ve söylediklerini ilete­rek şöyle dediler:
Zülkarneyn Kimdir?
“Sizler Tevrat ehlisiniz. Bizde ortaya çıkan bir adam hakkında bilgi vermeniz için geldik.”
Yahudi dinadamları da şöyle dediler:
“Ona üç mesele sorun. Cevaplarını size söyleyeceğimiz bu üç meseleyi bilirse gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer bi­lemezse yalancının biridir. Uygun gördüğünüz şekilde dav­ranırsınız.”
Öncelikle geçmiş zamanlarda yurtlarından ayrılıp giden gençlerin durumunu sorun. Onların durumu ne olmuştur? İl­ginç sözleri olmuş mudur?
İkinci olarak yeryüzünü sürekli dolaşan, doğulara ve batı­lara giden adamın durumunu sorun.
Üçüncü olarak da Ruh'u sorun, “Ruh nedir?” deyin.
Eğer bu sorulara doğru cevaplar verirse, kendisi hak pey­gamberdir ve ona uymanız gerekir. Eğer veremezse yalancı­dır, dilediğiniz yapın.” [3] Kureyş heyeti bu bilgiyle Mekke'ye dönmüş ve şehrin ileri gelenleriyle görüştükten sonra sözkonusu meseleleri Allah Resûlü'ne sormuşlardı. Bunlara cevap niteliğinde de Kehf sûresi indirilmişti.
Bazılarına göre bu soruların Allah Resûlü'ne sorulması Medine'de olmuştu. Medine yahudîleri O'nu sınamak için bu soruları bizzat sormuşlardı. Ancak bu görüş fazla kabul gör­memiştir. Çünkü sûrenin Mekke'de inişi üzerinde kesinlikle ihtilaf sözkonusu değildir.
İlk görüşle ilgili olarak Allame Hıfzurrahmân [4] Kasasu'l-Kur'ân adlı eserinde şunları söylemiştir: Bu görüş, hadisçilerden değişik kanallardan aktarılmış ve bu nakiller “Hasen” de­recesinde görülmüştür. Ancak bunların hiç biri belli bir kay­nak belirtmemişlerdir. Bu nedenledir ki rivayetin mesnediyle ilgili araştırma yapmak hayli güçtür. Bunun tek istisnası, biz­zat kıssayı aktaran İbn-i Abbas'ın rivayetidir ki o da İbn-i Hişâm tarafından nakledilmiştir. [5] Burada da sened kısmına yer verilmemiştir. Ebu'l-Kasım es-Süheylî de er-Ravd adlı eserin­de bu yüzden rivayete yer vermemiştir.
Taberî, [6] rivayeti şu senedle zikretmiştir:
Ebu Küreyb bize nakletti ki: Yunus b. Bekîr bize Muhammed b. İshâk'tan nakletti ki: Kırk üç küsur yıl önce gelmiş Mı­sırlı bir şeyh bana İkrime vasıtasıyla İbn-i Abbas'dan nakletti ki...
İbn-i İshâk'm zikrettiği bu "şeyh" meçhul bir şahsiyettir. İbn-i İshâk'm bunu sözkonusu "şeyh"le görüşmesinden kırk yıl sonra Yunus b. Bekir'den naklettiğini de belirtmemiz ge­rekir.
Bu da göstermektedir ki Yunus b. Bekîr görüştüğü bu "şeyh"i hatırlayamamıştir. Hal böyle olunca bu tür bir riva­yete nasıl güvenebiliriz?
Suyûtî, sözkonusu rivayetin İbn el-Münzir, Ebu Nu'aym ve Beyhakî tarafından da nakledildiğini belirtmiş, ama alış­kanlığı gereği sened zincirine yer vermemiştir.[7]
Rivayeti incelemek için Ebu Nu'aym'ın Delâilu'n-nübüvve adlı eserine baktık. Ancak kitabın matbu nüshasında böyle bir rivayet göremedik. Aslını araştırmaksızın bu rivayetten sözetmeyi uygun görmüyoruz.
Suyûtî, ed-Dürtü'l-mensûr adlı eserinde, Ebu Nu'aym'ın ed-Delâil adlı kitabından -matbu nüshasında mevcut olma­yan  bu rivayeti kısmen naklederek şöyle demiştir:
“Es-Süddî es-Sağîr kanalıyla el-Kelbî'den, o Ebu Salih'ten, o da İbn-i Abbas'tan nakletti ki”
Bu sened zincirinde yeralan es~Süddî aşırı şiîlerdendir. el-Kelbî ise, hadisçiler nezdinde rivayeti terkedilmiş (metruk) bir şahsiyettir. Bunu Ebu Hatim ifade etmiştir. İbn-i Hıbbân ise onu Sebâîlikle suçlayarak şöyle demiştir: “El-Kelbî Ali'nin hayatta olduğuna, dünyaya tekrar gelerek adalet temeline dayalı hilafeti tekrar kuracağına inanırdı. Ebu Salih kanalıyla İbn-i Abbas'tan nakil yaptığı halde Ebu Salih'ten tek bir hadis dinlememiş, İbn-i Abbas'ın oğlu Ebu Salih'i de hiç görmemiş­ti.” [8]
Bütün bunlar önümüzde dururken sözkonusu rivayete itimad etmemiz doğru olmayacaktır.
Dirayet yani akıl bakımından ise konuyu şu başlıklar al­tında değerlendirebiliriz;
1. Bu ve benzer rivayetlerin hemen tamamı, Allah Resûlü'ne üç soru sorulduğunu göstermektedir. Allah Resûlü'ne tek bir mecliste; Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf ve Ruh hakkında üç soru sorulmuştur. Bunun ardından da Kehf sûresi indiril­miştir.
Belirtmemiz gerekir ki “Ruh” meselesi, bu sûrede değil îsrâ sûresinde [9] geçmektedir. Eğer olay, rivayette anıldığı şekil­de cereyan etmiş olsaydı, “Ruh” meselesinin de aynı sûrede zikredilmesi gerekirdi.
Bu sonuç, sözkonusu rivayetin zayıflığına dikkat çeker­ken, anılan soruların tek bir anda sorulmadığı yönündeki ka­naati de desteklemektedir.
2. Kur'an'ın bir çok yerinde Allah Resûlü'ne yöneltilen so­rulara yer verilmiştir. Kur'an da bu sorulara uygun şekilde cevaplar vermiştir. Bu tür ayetler, genelde “Yes'elûneke = Sa­na soruyorlar.” ifadesiyle başlamaktadır.
Yukarıdaki rivayet, Kehf süresindeki ilgili ayetlerin, müş­riklerin Ashab-ı Kehf'le ilgili sorularına istinaden indiğine işaret etmekteyse de Kur'an'ın kendisi her hangi bir sorudan bahsetmeyerek şöyle başlamaktadır: “Yoksa Kehf ve Rakım ashabının.” [10] Burada, Kur'an'ın alışılmış üslubu­nun terkedilmesini gerektirecek her hangi bir illet de görül­memektedir. Buna dayanarak, ortada müşriklerden veya yahudîlerden kaynaklanan bir soru sorma eyleminin bulunma­dığını, dolayısıyla bunun onlara isnad edilmesinin yersiz ola­cağını söyleyebiliriz.
3. Ashab-ı Kehf hakkında sorulan sorunun, yahûdîlerin yönlendirmesiyle olduğunu varsaymamız durumunda, söz­konusu kıssanın aslının onların kitaplarında bulunması gere­kir. Halbuki bütün tefsir bilginleri, Ashab-ı Kehf'in İsa b. Meryem'in ümmetinden oldukları ve dinlerini korumak için mağaraya sığındıkları noktasında görüş birliğine sahiptir.
Eğer müşrikler, Ashab-ı Kehf'le ilgili gerçek bilgiye sahip olsalardı, yahûdîlerden çok hıristiyanlara yönelmeleri gere­kirdi. Çünkü o donemde yahûdîler hıristiyanlan küfürle suç­lamakta ve aşağılamaktaydılar. Böyle iken, hıristiyan ümme­tine mensup insanların yaşadıkları bir kıssayı sordurmaları ne derece doğru olacaktır?
Öte yandan yahûdîlere ait risale ve kitapların hiç birinde Ashab-ı Kehf'e dair bir işaret mevcut değildir. Kendi dinî kaynaklarında olmayan bir şeyi başkalarına bildirmeleri ne kadar akılcı olur? [11]
4. Sonuç itibarıyla sözkonusu soruların yahûdîlerin telki­niyle sorulmadığı açıktır. Çünkü Tevrat, ne Zülkarneyn'd en, ne de onun doğu, batı ve Güneydeki askeri başarılarından sö-zetmektedir.
Kendi ümmetleriyle ilgisi olmayan ve kitaplarında adı geçmeyen bir adam hakkında başkalarına soru telkin etmele­ri gerçekten de mümkün görünmemektedir.
5. İbn-i İshâk'ın da naklettiği biçimiyle yahûdî dinadamları şöyle demişlerdir:
“Eğer o, bu sorulara doğru cevap verirse gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer veremezse, yalancının tekidir. Dilediği­nizi yapabilirsiniz.” Bu ifade bile kendi başına insanın aklını karıştırmaktadır. Çünkü yahûdîler, kendi milletleri dışından birinin peygamber olmasını asla hoşgörmeyen bir topluluk­tu. Semavî bir risâletin onlar nezdinde “Hak” olabilmesi için öne sürdükleri bir takım şartlar mevcuttu. Bu şartlardan biri de, kendi kitaplarında bu risâletle ilgili bir takım alametlerin bulunmasıydı. Kureyş'in anlattığı alametler, bekledikleri peygamberin alametlerine uygun düşmemekteydi.
Ayrıca durum söylendiği gibi olsaydı şöyle demeleri de gerekirdi: “Eğer o, sorulara doğru cevaplar verirse biz de hep birlikte kendisine iman ederiz.”
6. el-Kelbî'nin rivayeti hakkında da şunlar söylenebilir: Sözde Kureyşlüer, yahûdîlere Allah Resûlü'nün sıfatlarını anlattıklarında yahûdîler şöyle demişlerdi: “Onun sıfatlarını, tabiatını ve gönderilişini Tevrat'ta da bize anlattığınız gi­bi görüyoruz! Evet o, gönderilmiş bir peygamberdir. Duru­mu haktır. Ona uyun. Ancak kendisine üç mesele sorun. Eğer gerçekten peygamber ise, onlardan ikisine cevap verecek, üçüncüyü cevaplamayacaktır. Bunları Müseylemetü'1-Kez-zâb'a sorduğumuzda hiç birini bilememişti.” [12] Bize göre aklî bakımdan konuyla ilgili rivayetlerin belki en zayıfı budur. Çünkü bu rivayette, Allah Resulü hakkında anlatılan sıfatla­rın Tevrat'ta bulunduğu bizzat yahûdîler tarafından tasdik edilmekte ve ona peygamber olarak iman edilmesi telkin edilmektedir.
İşin garip tarafı böyle bir tavsiyede bulunan yahûdîler, kendileri ona inanmaktan imtina etmekte, sorulara ne cevap­lar verdiğini araştırmamaktadırlar. O'nu Tevrat'la ilgili bilgileriyle imtihan etmeye girişmemekte, kendisine iman etmeye yönelmemektedirler. Halbuki, böyle davranıp O'na iman et­meleri, ya da yalancılığını teyid etmeleri gerekirdi.
7. Bir başka rivayette ise Zülkarneyn “Meçhul” biri şeklin­de anılarak yeryüzünün doğularını ve batılarını dolaşmış bir kişilik olarak takdim edilmektedir. Başka bir rivayette ise, yeryüzünde seyahat eden biri olarak sunulmaktadır.
Soruyla ilgili bu tür genellemeler kabul edilebilir değildir. Çünkü uyanık bir soru sahibi, cevabın oluşmasını sağlayacak detayları vermekten olabildiğince uzak durur.
8. İbn-i Ebî Hatim es-Süddî'den naklederek şöyle demiş­tir: “Yahûdîler Allah Resûlü'ne şöyle dediler: Ey Muham­medi Sadece İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerden sözediyorsun. Onların isimlerini bizden duymuş olabilirsin. Bize Tevrat'ta adı geçmeyen bir peygamber söylesene. Böyle bir peygamber vardır. O kimdir? Allah Resulü de şöyle bu­yurdu: “Zülkaineyn'dir! Onun hakkında bana da hiç bir bilgi ulaşmadı.”
Bunun üzerine yahûdîler neşe içinde oradan ayrıldılar. Kendilerini galip görüyorlardı. Mescid'in kapısına ulaşma­mışlardı kî Cebrail (as) sözkonusu ayetleri getirdi.” [13]
Şeyh Hıfzurrahmân bu rivayete şöyle bir yorum getirmiş­tir: Bu olay rivayette kısaltılarak aktarılmıştır. Gerçek şudur ki sorular yahûdîler tarafından seçilmiş, Kureyşliler tarafın­dan sorulmuştur.
Ona göre rivayet sahiplerinden biri soruyla ilgili olarak Tevrat'ın lafzına muttali olmuş ve sorunun bizzat yahûdîler tarafından sorulduğu vehmine kapılmıştır.[14]
Bizce bu rivayet, daha dikkatli bir şekilde incelenmelidir. Çünkü rivayette, Zülkarneyn'in peygamber olduğu bildiril­mektedir. Oysa yahûdîler, kendilerinden başka milletlere men­sup peygamberler olabileceğine inanmayan bir topluluktur.
Yine aynı rivayette onun Tevrat'ta zikredildiği geçmekte­dir. Oysa Zülkarneyn Tevrat'ta zikredilmemiştir.
Danyal'ın rüyasında gördüğü şahsın Keyhüsrev olduğu varsayılsa bu doğru olabilir. Çünkü Keyhüsrev bir çok ayet­te geçmektedir. Ancak onun, “Zülkarneyn” sıfatı ile anıldığı tek bir ayet dahi mevcut değildir. Bu husus ileride daha ay­rıntılı olarak ele alınacaktır.
Tevrat'ın ilgili ayetlerinde sözedilen “İki boynuzlu koç”, Pers krallarından biridir.
Sonuç itibarıyla sûrenin iniş nedeni hakkında yapılan ri­vayetlerin hemen tamamı zayıf nitelikte olup kabul edilmeye değer değillerdir. Bunlara güvenerek kanaat oluşturmak ye­rinde olmaz.
Ayrıca sözkonusu sorular Allah Resûlü'ne aynı anda so­rulmamıştır ve anılan soruların sayısı da üç değildir.
“Ruh” hakkındaki soru başka bir zaman diliminde sorul­muş ve bu yüzden başka bir sûrede yeralmıştır.

ZÜLKARNEYN KISSASI


Kur'an'da geçen en önemli ve en karmaşık kıssalardan biri de Zülkarneyn kıssasıdır. Kıssanın karmaşıklığı, Zülkarneyn olarak anılan şahsiyetin kimliğinin tesbitinde ortaya çıkmaktadır. Çünkü Kur'an, anılan şahsiyetin ne adını, ne de vatanını zikretmiştir. Tefsir bilginleri, hâlâ onun kimliğini belirlemeye çalışmaktadırlar.
Tarihin bu önemli kişiliği hakkında yaygın olarak bilmen görüşler[15] şunlardır:
1. Zülkarneyn, Pers kralı Keykubad ya da Feridun'dur.
2. Zülkarneyn, Himyer kralı Ebu Kerb Şems'in lakabıdır.
3. Büyük İskender'dir.
4. Bir melektir.
5. Kendisine ilim, hikmet ve hükümranlık verilmiş, sâlih bir kişidir.
6. Merzibân-ı Mısrî'dir.
7. Romalı bir gençtir.
Hind yarımadasında bu konuya el atan tefsir bilginlerinin ilki, Mevlana Hakîm Muhammed Hasan en-Nakvî'dir. (Ö. H. 1223) Kendisi Farsça olarak yazdığı Ma'âlemâtu'l-esrâr adlı tefsirinde [16] bu konuyu ele almıştır. Mevlana Hakîm, bu ese­rinde Zülkarneyn ile kasdedilen şahsın Pers İmparatorluğu'nun kurucusu Keyhüsrev olduğunu söylemiştir. Ona gö­re bu görüş Danyal ve Yûşa'nın sahifelerinde yazılanlarla da teyid edilmektedir.
Mevlana Hakîm Urduca yazdığı Gâyetu'1-burhân adlı tefsi­rinde de bu görüşü naklederek şöyle demiştir: Keyhüsrev'in bu isimle anılması, Danyal peygamberin gördüğü rüyaya da­yanır.
Daha sonra el-Hakîm Nureddin el-Kâdıyânî Tasdîk-i Berâhîn-i Ahmediyye adlı eserinde aynı görüşü belirterek daha faz­la ayrıntı vermiştir.
el-Hakîm Nureddin, Danyal peygamberin rüyasıyla ilgili anlatılanları naklederek Cebrail (as)'ın diliyle rüyaya getiri­len yoruma dikkat çekmiş ve Zülkarneyn sıfatının Keyhüsrev'e uyduğunu tezini isbat etmeye çalışmıştır.
Onun ardından. Sir Seyyid Ahmed Han İzâletul-gabn an kıssati zi'l-qarneyn adlı bir risale yazmıştır. Acura'da 1890 yı­lında basılan bu risalede Zülkarneyn ile murad edilen kişinin M.Ö. 21 yılında ölen ve Çin Seddi'ni inşa etmiş olan Çin im­paratoru Şi Huangdi olduğu ileri sürülmüştür.
Ahmed Han muhtemelen muttali olmadığı önceki görüş­lere hiç bir göndermede bulunmamıştır.
Daha sonra Mevlana Abdulhak ed-Dehlevî İzâletu'rrayn an kıssati zi'l-qarneyn adlı bir risale[17] yazmıştır. O, bu risalesi­ni Seyyid Ahmed Han'ın risalesine reddiye olarak kaleme al­mıştı. Onun görüşlerini tenkid ettikten sonra önceki müfessirlerin görüşlerini de kabul etmemiş ve Zülkarneyn ile kas­dedilen şahsın Teba el-Himyerî olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre Zülkarneyn'in inşa ettiği sed, Urallar'ın arasına inşa edilmiş bir sed idi. O, bu görüşlerini dile getirdikten sonra Danyal peygamberin rüyası hakkında da şunları söylemiştir:
“Bu rüyada görülen kişi, Pers krallarından biri olmalı ve yahûdîler arasında Zülkarneyn olarak tanınmış olmalıdır.”
Sonra şunu ilave etmiştir:
“Zülkarneyn'in eski krallardan biri olduğu varsayılmalı­dır. Onun Kur'an'da anlatılan sıfatları daha çok Keyhüsrev'e uymaktadır. Bunun dayanağı da Danyal Sahifesi'nin sekizin­ci babında yeralmaktadır.”
O, bu görüşünde Nureddin ve Nakvî'nin tefsirlerinden yararlanmış olabilir. Bunları daha önce kaydetmiştik.
Ardından Allame Abdurrahman el-Imâdî bu konuda kap­samlı bir kitaba imza atmıştır. Kitabının adı, Târıhu Arabin kadîm'dir. [18] Araştırması, şu noktalar üzerinde yoğunlaşmaktaydı.
1. Zülkarneyn, arap kökenliydi.
2. Bütün Araplar tarafından bilinen bir kişilikti.
3. Ezvâ hanedanına mensup krallar bu tür sıfatlarla anıl­maktaydılar.
4. Geçmiş Araplar'ın genel özellikleri arasında sed ve du­var inşa etmek zikredilmiştir ki Zülkarneyn de bunlarla anıl­mıştır.
5. Kur'an kıssaları genelde Arap ve Yahûdî milletlerini ko­nu almaktadır. Bu iki millet arasında güçlü bağların bulun­duğu da bilinen bir gerçektir.
Ardından Mevlevi el-Mükerrem el-Abbasî el-Ceryâkû-tf nin el-Hikmctu'l-bâliğa adlı eseri gündeme geldi. Kitap, H. 1332 yılında Haydarabad'da Nizamiye Maârif Dairesi tara­fından yayınlanmıştı. el-Abbasî bu kitabında Zülkarneyn'in kişiliğini araştırmaktaydı.
Ona göre Zülkarneyn M. Ö. 536 yılında Babil'i fetheden Pers kralı Küruş idi. O, yönetime geldikten yirmi iki yıl sonra yetmiş iki yaşında iken Babil'i fethetmiş ve yahûdîleri esa­retten kurtararak Kudüs'ü tekrar imar etmelerine izin ver­mişti.
Kitap dikkatle incelendiğinde yazarın en-Nakvî'den etki­lendiği görülmektedir.
Sonra Muhammed Ali el-Lâhorî 1916 yılında yayma hazır­ladığı İngilizce Kur'an mealinde bu konuyu ele almış ve Danyal peygamberin rüyasında gördüğü şahsın I. Dârâ “Dareios” (M. Ö. 549-485) olduğunu söylemiştir. Bilâhare Urduca ha­zırladığı Kur'an mealinde de aynı görüşü nakletmiş ve I. Dârâ'nın Zerdüşt'ün tâbilerinden biri olduğunu belirterek bü­yük bir düşünür olduğunu kaydetmiştir.
Mevlana Hıfzurrahmân Kasasu'l-Kur'ân adlı eserinin üçüncü cildinde Zülkarneyn'in Küruş olma ihtimali üzerinde durmuş ve Azad'ın beyan edeceği görüşe aynen katıldığını belirtmiştir. Ona göre bu konuda yapılmış en ciddi ve kap­samlı çalışma Azad'ın çalışmasıydı.
Mevlana Gulam Ahmed Perviz 1945 yılında neşredilen Ma'ârifu'l Kur'ân adlı kitabında Azad'ın görüşünü özetleye­rek aktarmış ve şöyle demiştir: Zamanımızda dur durak bil­meyen çalışmalar neticesinde ortaya çıkan bir takım eserler sayesinde konuyla ilgili kıyaslar hemen hemen kesin derece­sine ulaşmıştır. Bütün bunlar ışığında Kur'an'da Zülkarneyn'le ilgili olarak anlatılan sıfatların Pers Kralı Kûruş'a uy­gulanabildiğini söyleyebiliriz.
Buna rağmen bu kıyas mutlak doğru değildir. Çünkü iler­leyen zamanda başka gerçeklerin gün ışığına çıkması müm­kündür. Fakat bu zamana kadar yapılan araştırmalar üstteki görüşün daha güçlü olduğunu ortaya koymaktadır. Mevlana Perviz Tevrat sahifelerinde yeralan müjdeleri de aktarmış ve Kûruş'un M. Ö. 520'de öldüğünü söylemiştir. Ardından Keykubad'ın oğlunun tahta geçtiğini ve Kûruş'un Zerdüşt dinine mensup ve bu dinin mübelliği olduğunun da söylendiğini kaydetmiştir.
et-Tefsîr el-Mâcidî'nin müellifi Abdulmâcid Deryâbâdî, Zülkarneyn'in Kur'an'da anlatıldığı gibi büyük bir dindar ol­duğunu söylemiş, tam olarak kim olduğunun ise kıyas ve tahmine dayandığını belirtmiştir. Ona göre Zülkarneyn'in kimliğiyle ilgili en makul kıyas Büyük İskender olduğudur. Kûruş'la ilgili söylenenler ise tarihsel deliller tarafından yete­rince desteklenmemektedir.
Konuyla ilgili görüş bildirenlerden biri de Ebu'1-A'la el-Mevdudî'dir. Mevdudî, bu meselenin halen ihtilaflı olduğu­nu, ilk dönem müfessirlerinin genelde İskender görüşünü sa­vunduklarını, ama Kur'an'da anlatılan özelliklerin ona uygu­lanmasının mümkün olmadığını söylemiştir. O, modern dö­nemde yaşayan araştırmacıların Kral Küruş üzerinde dur­duklarını kaydettikten sonra akıl ve kıyasın buna daha yakın olduğunu belirtmiştir. Ancak yine de kesin bir görüş belirt­menin mümkün olmadığını ifade etmiştir. O, konuyla ilgili olarak son noktayı şöyle koymuştur: “İnancımız odur ki Kur'an'ın inmesinden önceki dönemde dünyanın şahit oldu­ğu fatihler arasında Zülkarneyn'in taşıdığı sıfatlara en yakın olan Küruş'tur. Ama kesin karara varmak için daha güçlü de­lillere ve açık kanıtlara ihtiyaç duymaktayız. Ancak bu sıfat­lara Küruş kadar uygun olan başka biri yoktur.” [19]

Ebulkelam Azad [20]


Önceki tefsir bilginlerinin görüşlerini sıraladıktan sonra Ebulkelam Azad'ın konuyla ilgili araştırmalarını nakletmek istiyoruz. Onun bu araştırmaları sonunda ulaştığı görüş ilmî ve dinî çevrelerde genel bir kabul görmüştür. Hind yarımadası ve dışında yaşayan bilginlerin büyük bölümü de onun görüşünü paylaşmaya devam etmektedirler. Bunun en önemli nedeni de Mevlana Azad'ın görüşünün ilmî kalitesi­nin yanısıra, tarihsel ve coğrafî gerçeklere, aklî ve naklî delil­lere olabildiğince dayanmasıdır.
Hiç kuşkusuz bu değerli çalışma, ilgi ve takdirimizi fazla­sıyla haketmektedir. Bu çalışma, aynı zamanda Mevlana Azad'ın ilmî derinliğini ve farklı kaynaklara nüfuzunu da göstermektedir. Ancak her şeye rağmen Mevlana Azad'ın gö­rüşüyle ilgili çekincelerimizi belirtmekten de geri durmama­mız gerekir.
Bu kitapta Azad'ın görüşünü özetleyerek de alabilirdik. Ancak ilmî ağırlığını ve yeni bir keşif olmasını da dikkate ala­rak aynen aktarmayı daha yararlı bulduk.
Azad şöyle der:
Zülkarneyn'in şahsî özellikleriyle ilgili olarak Kur'an'da bildirilen hususlar şu noktalarda toplanabilir:
1. Allah Resûlü'ne sorulan şahıs, “Zülkarneyn” sıfatını ta­şıyan biriydi. Yani bu isim, ya da lakab, bizzat Kur'an tarafın­dan konulmuş değildi. Aksine soru sahipleri bu isim ya da la­kabı kullanmışlardı. İşte bu yüzdendir ki “Sana Zülkarneyn'i soruyorlar” [21] buyrulmuştur.
2. Allah ona egemenlik vermiş, hükümranlık ve zafer va­sıtalarını emrine tahsis etmişti.
3. Askeri faaliyetleri üç büyük seferde özetlenmiştir:
a. Batı'ya dönük seferi: Buna göre Zülkarneyn, ordusuyla birlikte kendi ülkesinden Batı'ya doğru hareket etmiş ve gü­neşin sanki bir gözün içindeymiş gibi battığı son noktaya ka­dar ulaşmıştır.
b. Doğu'ya dönük seferi: Bu seferinde de yerleşimin olma­dığı, sadece ilkel kabilelerin yaşadığı bölgelere ulaşmıştır.
c. Üçüncü askeri görevi: Seferlerinden birinde dağlık geçit bulunan bir bölgeye ulaşmıştı. Bu geçitten sızan ve Yecüc Mecüc olarak adlandırılan bazı barbar topluluklar orada ya­şayan insanlara saldırmaktaydılar. Yecüc ve Mecüc olarak adlandırılan bu topluluklar, medeniyetten ve akılcı davranış­tan uzak sürüler halinde yaşamaktaydılar.
4. Kral, sözkonusu toplulukların sızmalarını önlemek için bir sed inşa etmiştir.
5. Bu sed, taş ve kireçten değil, bakırla karıştırılmış demir­den yapılmıştı. Bu yüzden de, anılan toplulukların sızmasını imkansız kılacak dayanıklılığa sahip bir sed olmuştu.
6. Kral Zülkarneyn, Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir insandı.
7. Zülkarneyn, adil, tebaasına karşı merhametli bir yöneti­ciydi. Fethedilen topraklarda yaşayanları ezip zulmetmezdi. Batı'da fethettiği ülkenin insanları, diğer fatihler gibi onun da kendilerini ezeceğini sanmışlardı. Ama o böyle yapmayarak kendilerine şöyle dedi: “Aranızda suçsuz olanlar için endişe­lenmeye gerek yoktur. İyilik yapan da bunun karşılığını gö­rür.” Gösterdiği merhamet ve anlayış sayesinde onların gö­nüllerinde de taht kurmuştu.
8. Hırslı bir insan değildi. Nitekim fethedilen bölgenin in­sanları sed yapmak için kendisine maddi destekte bulunma­yı teklif ettiklerinde kendilerine şöyle demişti: “Allah verdikleriyle beni sizden müstağni kılmıştır. Siz bana iş gücünüzle yardım edin.” [22]

Tefsir Bilginlerinin Görüşleri


Yaptıkları ve belirli sıfatları bilinen tarihsel bir kişilik olarak Zülkarneyn budur. Fakat bu şahıs kimdir ve nerede yaşa­mıştır? Bu bağlamda tefsir bilginlerini en çok meşgul eden nokta, bu şahsiyetin isim veya lakabıdır. Çünkü bir insanın bir veya birden fazla boynuzunun olması mümkün değildir. Ayrıca bilinen tarihte de bu lakabla anılan bir kral mevcut değildir. İşte bu nedenledir ki klasik tefsir bilginleri Zülkar­neyn hakkında büyük şaşkınlıklar yaşamış ve olmayacak derecede farklı görüşler belirtmişlerdir. Tefsir bilginlerinden bir grup, “Karn=Boynuz” kelimesinin, bilinen anlamda kullanıl­mayıp “Zaman,çağ” anlamında kullanıldığını söylemiştir. Buna göre Kur'an'da anılan kral, hükümranlık döneminin uzunluğu, fetih faaliyetlerinin iki asra yayılması nedeniyle “İki asır sahibi” lakabıyla anılmıştır. Bu grupta yeralan bil­ginler, bu görüşü belirttikten sonra “Karn=Asır, dönem” ke­limesiyle kasdedilen zaman diliminin tesbiti noktasında fark­lı görüşlere sahip olmuşlardır. Bu zaman dilimiyle ilgili ola­rak 30, 25,10 yıl gibi bir çok rakam telaffuz edilmiştir. Bu tar­tışmayı aktarmanın somut bir yararı da sözkonusu değildir.
İbn-i Cerîr et-Taberî bu konuda ilk dönemde dile getirilen görüşleri içeren rivayetleri toplamıştır. Ancak bu rivayetler de belli bir şahsiyete ışık tutmamaktadır. Bu rivayetlerde asıl sorgulanan, Zülkarneyn'in peygamber olup olmadığı, insan mı yoksa melek mi olduğu hususlarıdır. Fakat bütün rivayet­lerin birleştiği nokta, sözkonusu kişiliğin tarihin çok derinle­rinde yaşamış biri olduğudur. Bazı rivayetlerde onun İbra­him peygamberle aynı dönemde yaşadığı ve peygamber ol­duğu bildirilmiştir. Buhârî onu ilk peygamberler arasında zikretmiştir. Zülkarneyn, peygamberler silsilesinde İbrahim peygamberden önce zikredilmiştir. Buhârî, bu sıralaması ile onun İbrahim peygamberden kısa bir süre önce veya hemen hemen aynı donemde yaşadığını ima etmiştir.
Araştırma ve analiz alanında meydana gelen yeni geliş­meler, bazı tarihçilerin Yemen'e yönelmelerine yol açmıştır. Bunlar, Himyer krallarına verilen “Zü'1-menâr, Zü'1-âzâr” gi­bi bir takım sıfatlardan hareket ederek Zülkarneyn'in de bun­lardan biri olduğu düşüncesine yönelmişlerdir. Zülkarneyn sıfatını taşıyan bir Himyer kralının bulunması da muhtemel­dir. Nitekim Ebu'r-Reyhân el-Bîrûnî bunu beyan etmiş, [23] İbni Haldun da kendisiyle aynı düşünceyi paylaşmıştır. Ancak bu düşünce, tarihsel kanıtlara dayanmayan bir varsayımdan öte gitmemektedir. Bir takım deliller de bu düşünceye ters düş­mektedir.
Konunun bu boyutuyla ilgili olarak iki noktanın altını çiz­mek isteriz:
1. Rivayetler, Allah Resûlü'ne Zülkarneyn hakkında soru soranların yahûdîler veya onların telkiniyle Kureyşliler oldu­ğu üzerinde birleşmektedir. Bu durumda yahûdîlerin Ye­menli bir kral hakkında bilgi istemelerinin mantığı anlaşılma­maktadır. Yahudiler neden böyle bir kralla ilgilensin ve Kureyşliler'e onun hakkında sorular sormayı telkin etsinler?
2. Kureyşliler bu soruyu kendiliklerinden sormuş olsalar­dı, bu durumda Yemen kralları hakkında bir takım bilgilere sahip oldukları varsayılacaktı. Böyle bir varsayım da asılsız­dır. Çünkü böyle olsaydı, Arap mitolojisinde ve yazıtlarında bu şahsiyetle ilgili bir takım verilerin bulunması gerekirdi. Hatta hadislerde ve ilk devir müslümanlarından gelen riva­yetlerde bir takım işaretlerin bulunması icap ederdi. Baktığı­mızda bu anlamda hiç bir bilginin bulunmadığını görmekte­yiz. Öte yandan bu tür bir soruyu soranlar, muhatapları olan Peygamber'i aciz bırakmak istemişlerdi. Onlar, Mekke'de ya­şamış bir insanın Zülkarneyn hakkında hiç bir bilgiye sahip olamayacağını, dolayısıyla cevap veremeyeceğini çok iyi bili­yorlardı. Zülkarneyn eğer Arap asıllı olsaydı, Hicaz sakinle­rinin ondan habersiz olmaları, dolayısıyla Peygamber'in onu bilme ihtimalinin bulunmaması düşünülemezdi. Bilinmesi muhtemel bir şeyin sorulması, da abes olurdu.
Esas görmek istediğimiz, Kur'an'da zikredilen askerî fa­aliyetler ve şahsî özelliklerin Himyer krallarından her hangi birine uyup uymadığıdır. Doğu'da ve Batı'da fetih faaliyetle­rinde bulunmuş, Yecüc ve Mecüc'ü engelleyen bir sed inşa et­miş bir Himyer kralı mevcut mudur?
Günümüze dek yapılan tarih ve arkeoloji araştırmaları, Doğu'da ve Batı'da askeri faaliyetleri olan ve Kur'an'da anlatılan türden bir sed inşa etmiş bir Himyer kralının bulundu­ğu fikrini desteklememektedir. Yemen krallarından bazıları­nın “Zü=Sahibi” ile başlayan bir takım lakaplara sahip olma­ları, pek de önemli değildir. Öte yandan Ma'rib Şeddi de çok akılcı bir açıklama değildir. Çünkü bu sed, düşman hücum­larını savmak için yapılmış bir sed değildir. Ayrıca yapımın­da demir ve bakır da kullanılmamıştır. Kur'an Yemen'deki bu şeddi de zikretmiştir. Ancak iki sed arasında hiç bir ortak nokta mevcut değildir.
Bunların ardından akıl ve düşüncenin üstünlüğüne ina­nan bir bilgin topluluğu, Zülkarneyn'in Roma İmparatoru Büyük İskender olduğunu iddia ettiler. Onlara göre Make­donyalı İskender, büyük bir coğrafyaya yayılan egemenliği, Doğu ve Batı'da icra ettiği askeri faaliyetlerle Zülkarneyn ol­maya en yakın isimdi. Bilindiği üzere bu görüşü ortaya atan ilk bilgin, Ebu Ali İbn-i Sina'dır. İbn-i Sina, bu görüşüne ilk kez eş-Şifâ adlı eserinde yer vermiştir. Aristotales'in hayatını anlattığı bölümde, İskender'in hocası olduğunu belirtirken bu şahsın Kur'an'da anlatılan Zülkarneyn olduğunu söyle­miştir. Onun inançlı ve sağlam karakterli bir insan olduğunu da belirtmiştir.
Büyük düşünür Fahreddin Râzî, İbn-i Sina'nın bu görüşü­nü paylaşmış, meşhur tefsirinde âdeti gereği bu görüşe kar­şı olan bütün görüşleri de serdetmiştir. Ancak yine alışkan­lık gereği karşı görüş sahiplerinden geleceğini varsaydığı so­ruları cevaplayarak İbn-i Sina'nın görüşüyle ikna olduğunu bildirmiştir.
Bize göre Makedonyalı İskender'in Kur'an'da bildirilen Zülkarneyn olması mümkün değildir. Onun fetih faaliyetleri­ne Doğu ve Batı'daki fetihler olarak bakılamaz. Yine o, bilinen tarihte her hangi bir sed inşa etmemiştir. Ayrıca şunu da kat'î olarak söyleyebiliriz ki İskender Allah'a iman eden biri değil­di. Yenilmiş milletlere karşı da şefkat ve adaletle davranma­mıştı. Bütün hayatı yazıya dökülen bu Makedonyalının halleri ile Zülkarneyn'in halleri arasında en ufak benzerlik yoktur. Ayrıca “Zülkarneyn” olarak nitelenmesini gerektirecek bir özelliği de olmamıştır. Râzî bile, o kadar zorlamasına rağmen bu sıfatı isbat noktasında başarılı olamamıştır.
Özetle tefsir bilginleri Zülkarneyn'in kimliğinin tesbiti hu­susunda ikna edici bir sonuca ulaşamamışlardır. İlk dönem tefsircileri araştırma yoluna gitmezken, sonrakiler de belli ve tatminkâr bir sonuca ulaşamamışlardır. Buna da şaşmamak gerekir. Çünkü her iki dönem tefsir bilginlerinin de kullan­dıkları metodlar hatalı idi. Rivayetler bu sorunun kaynağı olarak yahûdîleri gösteriyorsa, bu durumda araştırmacılar için en doğrusu yahûdî kaynaklarına yönelmek olmalıydı. Yapmaları gereken, yahûdî yazıtlarında Zülkarneyn hakkın­da ne gibi veriler bulunduğuna bakmaktı. Böylelikle hakika­te ulaşmaları daha kolay olurdu. [24]

Danyal'ın Sifri ve Rüyası


Ahd-i Atîk'de Danyal peygambere isnad edilen bir Sifr bulun­maktadır. Bu Sifr'de yaptığı bazı işlerden ve Babil'deki esaret yıllarında gördüğü bir rüyadan bahsedilmektedir.
Esaret dönemi, yahûdîler için ağır bir imtihan süreciydi. Toprakları işgal edilmiş, ırkları ayaklar altına alınmış ve kut­sal mabedleri yıkılmıştı. Yahûdî ümmeti büyük bir hüzün ve karamsarlığa kapılmıştı. Bu esaretin ne zaman ve nasıl bitece­ğini, hürriyetlerini nasıl kazanacaklarını bilmiyorlardı. Hü­zünleri, ne zaman sevince dönecek, ırkları ne zaman yeniden hayat bulacaktı?
Yukarıda anılan Sifr'de Danyal peygamberin işte bu ka­ranlık dönemde ortaya çıktığı bildirilmektedir. Bu peygam­ber, ilginç kehanetleri ve eşsiz felsefesi sayesinde Babil kral­larına yakınlaşmayı başarmış ve onların kabulüne mazhar ol­muştu. Babil kralları kendisine değer vererek saraylarında ağırlamış ve büyük sihirbaz ve kahinler arasında kendisine yer vermişlerdir. Danyal peygamber, Kral Belşazar'ın tahta cülüsundan üç yıl sonra bir rüya görmüştü. Bu rüyada ken­disine gelecekte olacak bazı olaylar bildirilmişti. Sifr'in seki­zinci babında bu konuda şunlar yazılıdır:
“Belşazar'ın cülüsunun üçüncü yılında Ablam vilayetinin şe­hirlerinden biri olan Sûs şehrinde Ulaî nehrinin kıyısında idim. Orada rüyayı ikinci kez gördüm. Nehrin kıyısında yük­sek iki boynuzu olan bir koç gördüm. Boynuzlardan biri sır­ta doğru meyilli idi. Koçun boynuzlarını doğuya, batıya ve güneye doğru salladığını gördüm. Hiç bir hayvan önünde duramıyordu. Dilediğini yapıyordu. Sonunda çok büyüdü. Koçu izlerken batı tarafından bütün arzı kaplayan bir teke­nin geldiğini gördüm. Tekenin gözlerinin arasında çok tuhaf bir boynuz vardı. Teke, iki boynuzlu koça yaklaştı Ve ondan huylandı. Sonra hırsla üzerine yürüyerek boynuzlarını kırdı ve onu yenerek üzerine çıktı. Çift boynuzlu koç ona karşı ko­yamaz hale geldi. İmdadına koşacak her hangi bir yardımcı­dan mahrumdu.” [25]
Ahd-i Atîk, daha sonra Danyal peygamberin ağzından bu rüyanın yorumunu Melek Cibril'den nakletmiştir. Yazılana göre Melek Cibril gelmiş ve Danyal'a rüyasını yorumlayarak şöyle demişti:
“İki boynuzlu koç, iki krallığın Med ve Pers birleşmesini temsil eder. Her ikisini çok güçlü ve hiç bir devletin karşı ko­yamadığı bir kral yönetecektir. Tek boynuzlu tekeye gelince, ondan kasıt Yunan kralıdır. Tekenin gözleri arasından çıkan tek boynuz, Yunanlılar'dan çıkacak ilk kralı temsil eder.” [26]
Bu rüya ya da ihbarda, Med ve Pers krallıkları koçun boy­nuzlarına benzetilmiştir. Bu iki krallık birleşerek tek bir krallı­ğa dönüşecekti. Birleşmeden doğan krallığın hükm-i şahsîsi de koçun bedenine benzetilmişti. Daha sonra ortaya çıkacak olan tek boynuzlu bir teke bu koçu öldürecek ve yeryüzüne ege­men olacaktı. Bu teke de, Makedonyalı İskender'di. Nitekim İskender, Ahemeni kralı Dârâ'yı yenerek Ahemeniler Akamanışlar devletini sonsuza dek ortadan kaldırmıştır.
Burada belirtmemiz gereken bir diğer husus da “Karn = boynuz” kelimesinin Arapça ve İbranice'de aynı anlamda kullanılan ortak bir kelime olmasıdır. Koç, Danyal Sifri'nin İbranice nüshasında “Lokarnâîm” yani “Lehukarnân=iki boynuzu olan” şeklinde anılmıştır. Bunun bugünkü karşılığı da Zülkarneyn'd ir.
Danyal'ın rüyasında yahûdîler için bir müjde sözkonusuydu. Bu müjde, Babil'deki esaretlerinin sona ermesi ve ye­ni bir varoluşun başlangıcıydı. Ancak bu müjdenin dayanağı iki Boynuzlu'nun kral olmasıydı. Med ve Pers krallıklarını birleştiren bir kral, Babil kralına saldıracak ve onu yenerek, yahûdîlerin esaretine son verecekti. Bu; Allah tarafından yahûdîlere yardım etmesi ve onları gözetmesi için seçilmiş bir kraldı. O, Kudüs Mabedi'nin yeniden inşa edilmesini emre­decek ve dağılmış bir halk yeniden birleşecekti.
Bu kehânet, yıllar sonra Yunanlıların “Sairis”, yahûdîlerin “Khorus” diye adlandırdıkları Med-Pers kralı Küruş tarafın­dan gerçekleştirildi. Bu kral, Med ve Pers krallıklarını birleş­tirerek büyük bir krallık tesis etti. Ardından Babil'e hücum etti ve ülkeyi fazla zorlanmadan ele geçirdi. Danyal peygam­ber rüyasında iki boynuzlu koçun, Doğu, Batı ve Güney isti­kametlerine doğru boynuz salladığını görmüştü. Bunun açık­laması, o kralın her üç yönde de büyük zaferler kazanacağı idi. Kûruş'un gerçek hayatında da böyle olmuş ve ilk büyük zaferini Batı'da kazanmıştır. İkinci zaferini Doğu tarafında kazanırken, üçüncüsünü Güney'de yani Babil'de elde et­miştir. Yahûdîlerin esaretten kurtuluşları ve topraklarına dö­nüşlerini öngören kehanet de böylece tasdik edilmiş olmuştu. Küruş, Babil'i ele geçirdikten sonra onlara özgürlük vermiş ve Filistin'e dönerek Kutsal Mabed'lerini yeniden inşa etmelerine izin vermişti. Küruş, yahûdîler hakkında atalarının iz­lediği yolu takip etmiş ve ilgi ve himayesini onlardan esirge­memiştir. [27]

Yûşâ ve Yeremyâ'nın Kehanetleri


Ahd-i Atîk'de konumuzla ilgili başka kehanetler de vardır. Bunları, Danyal peygamberin Sifri dışındaki iki Sifr'de gör­mekteyiz. Yûşâ ve Yeremyâ peygamberlere mahsus bu Sifrler'de de konuyla ilgili kehanetler mevcuttur. Bişa'ba pey­gamberin Sifri'nde Küruş ismini “Küruş” biçiminde aynen görmekteyiz. Yahûdîler Yûşâ Sifri'nin “Küruş”tan yüz altmış yıl, Yeremyâ Sifri'nin ise altmış yıl önce yazıldığına inanmak­tadırlar. Ezra'nın kitabında konuyla ilgili bütün ayrıntıları görmekteyiz. Ezra, Danyal peygamberin kehanetlerinin Babil'i fetheden Kral Kûruş'un kulağına gittiğini kaydetmekte­dir. Kral bu kehanetlerden çok etkilenmiş ve yahûdîleri hi­maye etme yolunu seçmiş, onları tamamen serbest bırakarak Kutsal Mabed'in yeniden inşa edilmesini emretmişti.
Yûşâ'nın kitabı, önce Kudüs'ün Babilliler tarafından yıkıl­masını haber vermekte, sonra da şehrin yeniden imar edilece­ği müjdesini vererek, Kral Kûruş'un şöyle dediğini zikret­mektedir:
“Kurtarıcı Mevla şöyle der. Kudüs'ü yeniden imar edin, yı­kılan Yahûda şehirlerini yeniden kurun. Onların yıkılmış ev­lerini yeniden bina edeceğim.” [28]
“Küruş hakkında derim ki, o benim için bir çobandır. O bü­tün hoşnutluklarımı tamamlayacaktır. Rab, mesîhi Küruş hakkında şöyle buyurur: Onun sağ elini aldım ve mülkü onun avucuna koydum. Kralların ellerindeki güçleri çekip aldım. Ona ardarda kapılar açtım. Evet, Ben senin huzurun­da yürür, yolundaki pürüzleri giderir, bronz kapıları yıka­rım. Sana gömülü hazineleri verir, kayıp evlerde gizlenen servetleri bahşederim. Bütün bunları “Rab” olarak Beni bilmen için yaparım. Ben ki israil'in İlahı'yım. Sana açıkça adın­la hitap ettim.” Seçilmiş halkı İsrail için.” [29]
Küruş, kitabın başka bir yerinde “Doğu'nun Kartalı” ola­rak anılmıştır. Orada şöyle denilmektedir:
“İşte! Bakın! Ben Doğu'dan bir Kartal çağırıyorum. Çok uzak bir diyardan gelerek rızamı tamama erdirecek adamı çağırı­yorum.” [30]
Yeremyâ'nın kitabında ise şunları görmekteyiz:
“Onlar milletlere seslendiler: Korkmayın! “Babil alındı!” de­yin! Babil'in putları Baal ve Baht Marduk'u alın! Bütün put­larına yakışan utanç için! Totemleri paramparça oldu! Çün­kü Güney'den gelen bir millet Babil'e yürümektedir. Orayı yıkacak ve üzerinde tek bir insan dahi görünmeyecektir!” [31]
Bu Sifr de, aynı şekilde yahûdîlerin önce yenilerek esir edileceklerini haber vermekte, sonra da Kudüs'ün yeniden imar edileceğini müjdeleyerek şöyle demektedir:
“Babil'deki esaret yılları yetmişe ulaşınca Rab şöyle der: Size geleceğim. Bana dua ettiğinizde size icabet edeceğim. Diledi­ğinizde Beni bulacaksınız. Zincirlerinizi çözeceğim ve sizi vatanınıza geri döndüreceğim.” [32]
Yahûdîlerin bu Sifr'lerinden ortaya çıkan, “Zülkarneyn” tasavvurunun Kral Küruş için olgunlaştığıdır. Çünkü o, Dan­yal peygamberin rüyasında çift boynuzlu koça benzetilmiş­tir. Sonuç itibarıyla Kral Küruş tarihsel bir kişilik olarak Yahûdî inançlarında önemli bir yer işgal etmektedir. [33]

Ahd-i Atîk'in (Tevrat) Modern Metodlarla Kritiği


Ondokuzuncu yüzyılda Ahd-i Atîk'in “Kaynak kritiği” adı verilen bir kritik metoduyla incelenmesi gündeme gelmiştir.
Bu çalışmalarda on büyük pay da Alman bilimadamlarma aittir. Bu araştırmaların sonuçları da çeşitli kitaplarla bilim dünyasına sunulmuştur. Bunlara yirminci yüzyılda yaşayan bilimadamlarının çalışmaları da eklenmiştir. İncelediğimiz kadarıyla bu çalışmalarda sözkonusu üç kehanetin yazım ta­rihleriyle ilgili olarak şu sonuçlara ulaşılmıştır:
Yûşâ peygambere isnad edilen kitabın, konuları, dili ve kapsamıyla birlikte değerlendirildiğinde üç farklı müellife ait olduğu ortaya çıkmaktadır. Sözkonusu üç müellif bunları üç ayrı zaman diliminde yazmışlardır.
Kitabın, birinci babından dokuzuncu baba kadar olan babları ile otuzuncu babı bir müellife aittir.
Kırkıncı babdan ellibeşinci babın onüçüncü ayetine kadar ikinci bir müellife aittir.
Bunun dışında kalanlar da başka bir müellife aittir. Bilginler, kitabın incelenmesini kolaylaştırmak için I. Yû­şâ, II. Yûşâ ve III. Yûşâ şeklinde bir tasnifte bulunmuşlardır. Tercih edilen görüşe göre, I. Yûşâ yahûdîlerin rivayet et­tikleri dönemde yaşamış olan kişiliktir.
Kûruş'un çıkışını müjdeleyen II. Yûşâ, Babil'deki esaret dö­neminde yaşamış bir kişilikti. Yaşadığı şartların I. Yûşâ'nın Şartlarından çok farklı olduğu sözlerinden de anlaşılmaktadır. III. Yûşâ'nın söylediklerine bakıldığı zaman, ikinciden sonra yaşadığı anlaşılmaktadır. Onun yaşadığı ortam ve şart­lar, kendinden önceki Yûşâ'nın yaşadıklarından oldukça farklıdır. Buhtünnasr'ın saldırısı, yahûdîleri Babil'de esir et­mesi ve Kûruş'un ortaya çıkışı gibi kehanetleri II. Yûşâ'nın sözleri arasında görmekteyiz. Gerçekte de bu şahıs aynı dö­nemde yaşamış biridir. Dolayısıyla onun söylediklerini I. Yûşâ'ya isnad etmek yerinde olmayacaktır. II. Yûşâ, zamanında yaşadığı olayları ve kendinden önce yaşanmış olayları kendi üslubuyla yazıya dökerek I. Yûşâ'ya nisbet etmiştir. Böylece söylediklerini yüzaltmış yıl öncesine aitmiş gibi göstermeye çalışmıştır.
Araştırmacılara göre, sözkonusu kitabın yazarlarının fark­lı şahsiyetler oluşunun en büyük delili; kitapta görülen fikrî çelişkiler ve düşünüş biçimlerinde görülen farklılıktır. Yahu­diler daha ilk günden itibaren Allah hakkında kabilevî bir ilah tasavvuruna sahip olmuşlardır. Varsayımlarına göre O'nun mabedi de kabilevî bir mabed olmalıydı. “Yehova” ise İsrail oğulları için hem halktan, hem de kabileden bir ilahtı. Onlara göre bu ilahın, diğer halklarla en ufak bir ilişkisi yok­tu. Oysa I. Yüşa’nın kitabında farklı bir ilâh düşüncesiyle kar­şılaşmaktayız. Orada aktarılan ilah düşüncesi, bütün insanlı­ğı kuşatan bir ilah üzerinde yoğunlaşıyordu. Buna göre Ku­düs'te bulunan İsrail Mabedi de bütün insanlığın ortak mabedî niteliğindeydi. Oysa bu, özellikle III. Yüşa’nın düşüncesi­dir. Çünkü bu düşünceyi doğuran şartlar, I. Yûşâ zamanında mevcut olmayan şartlardı.
Yeremyâ'nın Sifr'inde de benzer kehanetler görmekteyiz. Bu kehanetler arasında da Babil'deki esaretin sona ermesi, Mabed'in yeniden inşa edilmesi gibi hususlar yeralmaktaydı. Ancak araştırmacılar bu kehanetlerin de altmış yıl öncesine ait olmadığı görüşündedirler. Onlara göre bu kehanetler de, yahûdîlerin esaretlerinin son bulmasından ve Mabed'in inşa­atına başlanmasından sonra yazılarak kitaba eklenmiştir.
Danyal peygambere isnad edilen kitaba gelince, orada da başka bir rüyadan sözedilmektedir. Bu rüya, Babil kralı tara­fından görülmüş ve Danyal peygamber tarafından tabir edil­miştir. Danyal'ın tabirinde Büyük İskender'in ortaya çıkışı ve Roma İmparatorluğu'nun yıkılışıyla ilgili çok açık bir haber­le karşılaşmaktayız.
Modern araştırmacılara göre Danyal peygambere isnad edilen bu kitap, tamamen uydurma olup yahûdîlerin esaret­ten kurtuluşlarından asırlar sonra Roma İmparatorluğu'nun zirveye ulaştığı bir dönemde yazılmıştır. Sadece bu kadar da değildir. Daha da ötesi araştırmacılar bizatihi Danyal pey­gamberin varlığı hakkında da ciddi kuşkulara sahip olmuşlardır. Bazılarına göre böyle bir peygamber hiç varolmamıştır. Bazıları ise, onun Babil'deki esaret yıllarında ortaya çıktığını ifade etmişlerdir. Ancak bu görüştekiler de isnad edilen söz­lerin ona ait olmadığını belirtmişlerdir. Onlara göre bu iddi­alar, yahûdî emellerini desteklemek üzere sonradan uydurulmuş kehanetlerdir. Kitabımızı yazdığımız dönemde, araştır­macıların çoğunluğunun tercih ettiği görüşe göre sözkonusu kitabın yazım tarihi, milattan önce ilk asırdan öte gitmemek­tedir. Prof. Mices Louire Danyal'ın Kitabı'nı M. Ö. 164 yılında yazılan Ahd-i Kadîm'in muhtevası arasında kaydetmiştir. [34]

YAHUDİLERİN ULUSAL HAYALLERİ VE KURTARICI BEKLENTİLERİ


Yûşâ peygamberin kitabıyla ilgili naklettiklerimiz ara­sında, Kral Kûruş'un kurtarıcı bir kişilik olarak ortaya konduğunu görmüştük. Küruş, yahûdîleri Babil'deki esaretten kurtaracak ve Kudüs'ü yeniden inşa ettirecek vadedilmiş bir kişilikti. Kitapta nakledildiğine göre Allah şöyle buyurmuştu:
“Küruş benim çobanımdır. O, benim bütün hoşnutluklarımı tamamlayacaktır.” Yine O şöyle buyurmuş­tur: “Onun sağ elini aldım ve mülkü onun avucuna koy­dum.” Kitapta rivayet edildiğine göre bizzat Kûruş'a hitaben de şöyle buyurmuştur:
“Bütün bunları “Rab” olarak Beni bil­men için yaparım. Ben ki İsrail'in İlahı'yım. Sana açıkça adın­la hitap ettim. Seçilmiş halkı İsrail için.”
Yukarıda da açıkça gördüğümüz gibi klasik yahûdî düşü­nüşü asla değişmemektedir. Başlarına gelen her felakette bir kurtarıcı beklentisine giren yahûdîler, bu olayda da kurtarıcı beklemeye başlamışlardır. Bu, onlarda öyle bir hal almıştır ki, inanç sistemlerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Yûşâ'nın kitabı da Kûruş'u bu tarz bir “Mesîh” olarak tak­dim etmekte ve aynen şöyle demektedir: “Kuşkusuz Allah, mesîhi Küruş hakkında buyurur ki.”
Yahudilerin ulusal hayatları, Musa (as) ile gündeme gel­miştir. O dönemde yahûdîler Mısır'da ümitsiz bir zillet içinde yaşıyorlardı. Müreffeh ve izzet içinde bir hayat sürme yönünde hiç bir ümitleri mevcut değildi. Ama Musa (as) on­lara yeni bir ruh kazandırdı ve parlak bir gelecek özlemine sahip olmalarını sağladı. Sonunda İsrail'in Rabbinin onu, yahûdîleri kurtarmak ve yükseltmek için gönderdiğine inanma­ya başladılar. Rabbin iradesi, seçilmiş halkının bütün halklar­dan üstün kılınmasına hükmetmişti. Yahudilerin bu ulusal zihniyetleri, kalıtsal sayılacak derecede iki temel tasavvurun oluşmasına yol açmıştır: İlki; kendilerinin, Allah'ın seçilmiş ulusu olduğuna dair inanışlarıdır. İkincisi de, zillet ve esare­te düştükleri zaman Allah'ın onlara kurtarıcı göndermesi yö­nündeki inanışlarıydı. İlk inanışları sebebiyle “Üstün ulus” teorisi gelişmişti. İkinci inanışları sebebiyle de bütün felaket zamanlarında bir kurtarıcının (Mehdi/Mesih) indirilmesi fik­ri oluşmuştu. Başları her daraldığında Allah'ın rahmetinin harekete geçeceğine ve kendilerine vadedilmiş bir kurtarıcı gönderileceğine inanırlardı. Bu kurtarıcı onları tekrar rahata ve esenliğe çıkarırdı.
Tâlût ve Davud peygamberler bu tür durumlarda ortaya çıkmışlardı. Her ikisi de halklarında yeni ümitlerin yeşerme­sini sağlamışlardı. Her ne kadar ilk kez kullanılmış olsa da, sırf bu yüzden Davud (as) yahûdî literatüründe “Mesîh” ola­rak anılmıştır. İşte bu inanış ve köklü gelenekler sebebiyle Babil'deki karanlık esaret yıllarında da yahûdîler için bir ışığın doğması sözkonusuydu. Böylelikle yahûdî zihniyeti, yeni bir kurtarıcının beklentisine hazırlanacaktı. İşte bu kurtuluş ve kurtarıcı beklentileri, II. Yüşa’nın kehanetlerinde tezahür etmiştir. [35]

II. Yûşâ ve Kûruş'un Babil'in Fethine Çağrılması


Gerek Ahd-i Atîk'te yeralan rivayetler, gerekse Yunanlı tarih­çilerin yazdıkları, Babil halkının krallarının zulmünden bez­dikleri noktasında birleşmektedir. Halk, Babil kralı Belşazar’ın baskıcı yönetiminden bıkmıştı. İşte bu nedenle Pers kralı Kûruş'u ülkeyi fethetmeye çağırmışlardı. Çünkü Kral Kûruş'un mağlup ettiği Lidya halkına nasıl iyi davrandığını biliyor ve kendilerine de aynı şekilde davranılmasını ümit ediyorlardı.
Yunanlı tarihçiler, Babil Krallığı'nın görevlilerinden Gaub Reyas'ın Kûruş'un sarayına sığındığını ve Babil seferinde ona refakat ettiğini söylerler. Herodotos şöyle demiştir: Ba­bil'in fethi bu görevlinin planları sayesinde olmuştur. Nite­kim araştırmacılar II. Yüşa’nın kehanetlerini incelediklerinde olaylar için gayet mantıklı sonuçlara ulaşmışlardır.
II. Yûşâ'nın sözlerinin Babil'in fethinin hemen öncesine, ya da sonrasına ait olması kuvvetle muhtemeldir. İlkinin doğruluğunu varsaydığımızda, II. Kûruş'un Babil'in fethini sağlayan tertibin içinde bulunduğunu ifade etmemiz gerekir. En azından yaşadığı dönemin siyasal şartlarına tam anlamıy­la muttali olduğunu belirtmemiz gerekir. İşte bu ortam ve şartlar; yahûdîlerin Sifr'lerini yazan kimseleri, sözkonusu olayları kehanetler şeklinde yazmaya ve bunları I. Yûşâ'ya dayandırmaya sevketmiştir. II. Yüşa’nın sözlerinin fetihten sonrasına ait olduğunu varsaydığımızda, iş daha da kolaylaş­maktadır. Bu durumda ulusal çıkarların, kitabın yazarını ya­şanan olayları kehanet biçiminde I. Yûşâ'ya dayandırarak ak­tarmasına yol açtığını söyleyebiliriz. [36]

Yahûdi Kehanetleri ve İmparator Küruş


Tevrat'ın Üzeyr peygambere (=Ezra) isnad edilen bir başka Sifr'inde Babil'in fethinden sonra olup bitenleri görmekteyiz. Bu Sifr bizlere yahûdî ileri gelenlerinin daha önce sözettiğimiz kehanetleri İmparator Kûruş'a bildirdiklerini haber ver­mektedir. Kitapta bu olay şöyle aktarılmaktadır: “Rab, Kelamı'nda onun adını zikretmiş ve seçilmiş halkının kurtarıcısı kılmıştır.” İmparator Küruş, onların sözlerinden etkilenerek Kudüs'teki Mabed'in yeniden imâr edilmesini emretmiştir. Hiç kuşkusuz Küruş ve onun halefleri yahûdîlere özel bir ilgi ve şefkat göstermişlerdir. Hatta bu dönemde bazı yahûdîler yönetimde bile bulunmuşlardır.
Görüldüğü üzere bu, yalanlanması mümkün olmayan bir tarihsel olaydır. Ezra'nın kitabında yeralan bazı hususlar sıh­hatli olmayabilir. Ancak temel veriler güvenilir niteliktedir. Yahudilerin Babil'deki esaret yılları İmparator Kûruş'un Babil'i fethetmesiyle son bulmuştur. Esir yahûdîlerden bir çoğu Filistin'e göçerek orayı yurt edinmişlerdir. Onların Filistin'e yerleşmelerine ve yıkılmış şehirleri yeniden imâr etmelerine izin veren de yine Kûruş'tur. Bununla ilgili kraliyet ferman­ları tarihçiler tarafından da aktarılmıştır.
İyi bilinen hususlardan biri de, Kudüs'te bulunan Mabedin yeniden inşa edilmiş ve bunun için ardarda fermanlar çıkarıl­mış olmasıdır. Bu konuda Küruş, Dârâ ve Artaxerxes tarafın­dan verilen hükümler Üzeyr'in kitabında yeralmaktadır. Yu­nan tarihçilerinden gelen bilgiler de bunları kısmen destekle­mektedir.
Yahudilerin ulusal kaynaklı rivayetleri, Üzeyr, Nehemya ve Haca'nın gönderilmiş peygamberlerden olduklarını ve İmparator Artaxerxes'in sarayında izzet ve ikram gördükleri­ni bildirmektedir. İmparator'u yahûdîlerle ilgili anılan emir ve fermanları çıkarmaya teşvik eden de onlar olmuştu. Bizce bütün bunları inkâr etmeyi gerektirecek güçlü kanıtlar sözkonusu değildir.
Eğer bu olaylar doğru ve sıhhatli ise, İmparator Kûruş'u yahûdîlere şefkatle yaklaşmaya sevkeden faktörler nelerdir? Sözkonusu kehanetlerin bunda bir payı olmuş mudur?
Sözkonusu kehanetler arasında belki de en önemlisi, birle­şen Med ve Pers krallığının iki boynuzlu bir koça benzetilme­si kehanettir. Danyal peygambere isnad edilen bir rüyadan kaynaklanan bu kehanette anlatılanların Makedonyalı İsken­der için söylenmiş olduğunu kabul etsek bile, kehanetin ilk bölümü Kûruş'un çıkışıyla ilgiliydi. Bu da Kûruş'u halk ara­sında meşhur etmişti. Muhtemelen Küruş bu kehanetle şöhret bulmuş ve bunu güzel karşılamıştı. İran'da yapılan arke­olojik kazılarda ortaya çıkan Küruş heykeliyle ilgili verileri daha sonra ele alacağız. Bu veriler, sorunu büyük ölçüde çöz­mektedir.
Modern araştırmacıların Danyal peygamberin varlığı hak­kındaki kuşkularına gelince, gerek tarihsel veriler, gerekse bi­ze ulaşan nakiller bu kuşkuları desteklememektedir. Danyal, bir efsane olabilir. Ama söylediği sözlerin tarihsel gerçekliği­nin bulunması gerekmektedir. Danyal kıssasının tamamına inanmasak bile, bu isimde bir şahsm yaşadığını teslim etme­miz gerekir. Anılan şahıs, ilim ve hikmet bilgisi sayesinde Babil sarayında yer edinmiştir. [37]

Yahudilerle Zerdüştiler Arasındaki İlişkiler


Burada bir ara vererek araştırmamızın önemli bir boyutuna daha dikkat çekmek istiyoruz. Bu boyut, araştırmamızın ana konusu olan Kûruş'un Zerdüştlüğe mensup olmasıdır. Bu noktanın, özellikle Persler'le yahûdîler arasındaki ilişkileri tanımlama çabalarında büyük önemi vardır. Bilindiği üzere o dönemde dünyada yaygın olan inanış, putperest ve çoktanrılı bir niteliğe sahipti. O günün dünyasında bu yaygın gerçeklikten istisna edilebilecek iki zümre vardı ki onlar da, yahûdîler ve zerdüşt dinine mensup olanlardı. Bu iki dinin taraftarları, putperestliğin her türlü tezahüründen uzaktılar. Bunların tarihlerinde de putperestliğin izlerine rastlanmamaktadır.
Durum böyle olunca akılcı görünen Kûruş'un Babil'i fethettikten sonra yahûdî inançlarından ve ahlâk yapısından haberdâr olmasıydı. O da gayet tabiî olarak bu dinin men­suplarına saygı göstermiş ve kendisiyle ilgili kehanetleri sa­mimiyetle değerlendirmiştir.
Bu bağlamda üzerinde düşünmeye değer bir nokta orta­ya çıkmaktadır: Arap tarihçiler, islam öncesi tarihin yazımı­na başladıklarında İsrailiyât kaynaklarında Zerdüşt ve onun taraftarlarının İsrail oğullarının peygamberleriyle olan ilişkileriyle karşılaşmışlardı. Örneğin Taberî bu tür rivayetleri zik­retmiş, ondan sonraki tarihçiler de bu rivayetleri delil olarak görmüşlerdir.
Hiç kuşkusuz bu rivayetler asılsız ve boş verilerden iba­rettir. Ancak bunların mücerret varlıkları bile Zerdüştlüğe yakın bir yahûdî düşüncesinin bulunduğunu göstermeye yetmektedir. Bu düşünce, geçen zaman içinde uydurma riva­yetlerin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Bunlar o kadar revaç bulmuş ve yayılmıştır ki yahûdîler bunlara dayanarak zerdüştlüğün de kendi dinlerinden iktibas edildiğini isbat et­meye çalışmışlardır. İddialarına göre Zerdüşt ve ona tâbi olanlar, yahudi peygamberlerinin öğrencileriydi. [38]

Kûruş'la İlgili Yahûdi İnanışı


Geçtiğimiz bölümde Yahûdî esfârı hakkında modern bilim adamlarının kritiklerini kısaca aktarmıştık. Ama araştırmala­rın o boyutu bizi çok da ilgilendirmemektedir. Sözkonusu ke­hanetler olaylar yaşanmadan önce mi söylenmiştir? Yoksa olaylardan sonra mı uydurulmuşlardır? Konumuzla ilgili ola­rak bunun çok önemi yoktur. Bizim asıl meselemiz, konumuz­la ilgili yahûdî ulusal düşüncesinin özünün ne olduğudur.
Bilindiği üzere Yûşâ, Yeremyâ ve Danyal peygamberlerin Sifr'leri yahûdîler için insan zihninin ürünü olmayan vahye dayalı kitaplardır. Onlar bu kitaplarda yeralan bilgilere ve kehanetlere olduğu gibi inanmaktadırlar. Onlara göre bu ke­hanetler, çok önceden bildirilmiş ve daha sonra harfiyen ger­çekleşmiştir.
Yahudilerin köklü inançlarından biri de, Kûruş'un çıkışı­nın ilâhî kaynaklı oluşudur. O, İsrail oğullarını kurtarmak ve Kudüs'ü yeniden imâr etmek için gönderilmiş bir şahsiyettir. Nitekim Küruş, Yûşâ peygamberin kitabında “Allah'ın çoba­nı ve mesîhi” gibi lakaplarla anılmıştır. Hakkında söylenen­ler arasında şunları zikredebiliriz: O, Allah'ın iradesini uygu­layandır. Allah ona ismiyle hitap etmiştir. Onu İsrail oğullarını korumak ve kalkındırmak için göndermiştir. Danyal'ın rüyasında iki boynuzlu bir koça benzetilmiştir. Yûşâ ise onu “Doğu'nun kartalı” olarak görmüştür. Konuyla ilgili yahûdî inanışı gayet açık ve kesindir. Bu inanış, onların kendi kutsal Sifr'lerine dayandıklarını göstermektedir. Yine onlar Kû­ruş'un “Zülkarneyn” olduğunu düşünmekte ve onun ortaya çıkışını kendi peygamberlerinin ilâhî müjdelerinin tasdiki olarak değerlendirmektedirler.
Durum anlatıldığı gibi olduğuna göre yahûdîlerin Zülkar­neyn hakkında sordukları soruda kasdedilen kişilik Küruş'tan başkası olmamaktadır. Bu, Danyal peygamberin rü­yasında çift boynuzlu bir koç olarak gördüğü şahsiyetten başkası değildir. “Karn=Boynuz” kelimesinin Arapça ve İbranice'de ortak olduğunu daha önce belirtmiştik. Kesin olan bir husus da, Arap yahûdîlerinin Zülkarneyn ile İmparator Kûruş'u kasdettikleridir. Daha önce aktardığımız es-Süddî'nin rivayeti de bu yorumu teyid etmektedir. O rivayette, Zülkarneyn'in Tevrat'ta sadece bir kez anıldığı belirtilmişti. Bu husus, gerçeklere tıpatıp uymaktadır. “İki boynuzlu koç” Tevrat'ta sadece bir yerde geçmektedir ki o da Danyal pey­gamberin Sifri'dir.
Bu açıklama ile, bir çok kapalılık aynı anda ortadan kalk­maktadır. “Karn” kelimesini, bilinen sözlük anlamından çı­kartarak zorlamaya gerek yoktur. Dayanaksız tevil ve zorla­malara da lüzum yoktur. Tarihsel bir kişilik olarak “Zülkar­neyn” bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Onunla ilgili olarak Kur'an'da yeralan hal ve sıfatlara gelince, bunların da Kûruş'a aynen uyduğunu ilerleyen sayfalarda göreceğiz. Bunu yaparken asılsız delillere ve zorlamalara ihtiyacımız olmaya­caktır. [39]

Kûruş'un Taş Heykelinin Bulunuşu


Kur'an'da zikredilen “Zülkarneyn”le ilgili bu tefsir, aklıma ilk kez Danyal Sifri'ni incelerken gelmişti. Sonra konuyla ilgili olarak Yunanlı tarihçilerin yazdıklarını inceledik. Bu bilgi­ler sahip olduğumuz görüşü daha da güçlendirdi. Ancak Tevrat'ta bulunmayan ve Yunanlı tarihçilerin yazıtlarında da yeralmayan çok önemli bir delil daha vardı. Bu delil şu idi: Yıllar sonra antik Îran kalıntılarını görme ve arkeologların bunlarla ilgili yazdıklarını inceleme fırsatı buldum. Yine bu dönemde gündeme gelen bir arkeolojik keşif, şüphe ve kuş­kularıma tamamen son verdi ve “Zülkarneyn” ile kasdedilen kişinin Küruş olduğu inancım kesinleşti. Artık başka şahsi­yetler araştırmama gerek kalmamıştı.
Bu önemli arkeolojik keşif, İmparator Kûruş'a ait taştan yapılmış bir heykelin bulunmasıydı. Heykel, antik Îran baş­kenti îstahr'dan elli mil kadar uzakta, Morgâb nehrinin kıyı­sında bir yerde dikili olarak bulunmuştu. James Morier bu heykelin varlığından daha önce sözetmişti. Ondan yıllar son­ra Sir Robert K. Porter heykelin bulunduğu alanda detaylı etüdler yapmış ve heykele ait kara kalem çizimiyle bir resmi de neşretmişti. Bu resim, onun İran ve Gürcistan'a yaptığı ge­zilerini anlattığı kitabında bulunmaktadır.
Rahib Foster de 1851 yılında On Primitive Languages adlı kitabının ikinci cildinde bu heykelden sözetmiştir. Heykel hakkında Tevrat'tan çıkarsamalarda bulunmuş ve heykele ait daha açık bir resme yer vermiştir.
Çivi yazısıyla yazılmış kaide, bulunduğu zamana kadar henüz tamamen silinmemişti. Her halükârda heykelin Kû­ruş'a ait olduğu kesindir. Daha geç dönemde yapılan araştır­malar da, hiç bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde bunu des­teklemektedir.
Daha sonra tanınmış Fransız yazar Deu Lafoy İran'ın an­tik eserleriyle ilgili kitabını yayımlamış ve bu kitabında hey­kelin üç boyutlu bir çizimine yer vermiştir. Böylece heykel daha net bir görünüm kazanmıştır.
Ondokuzuncu yüzyıl arkeoloji bilginleri, heykelin estetik değerinin yüksek olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin Deu Lafoy, heykelin antik taş oymacılığının en kıymetli örneklerin­den biri olduğunu söylemiştir. En güzel Yunan heykelleriyle boy ölçüşebilen bu heykel, Asya heykelciliğinin belki de tek numunesidir. Heykel, antik İran eserleri arasında çok önemli bir yere sahiptir. Bir çok Alman bilimadamı, sırf bu güzel heykeli görmek için İran içlerinde yapılan sıkıntılı yolculuk­ları göze almışlardır.
Heykel, insan biçiminde yapılmıştır. Küruş, iki yanında kartal kanatlarını andıran kanatlarla tasvir edilmiştir. Başın­da da koç boynuzlarını andıran boynuzlar vardır. Sağ eli ile­ri uzanmıştır. Üzerindeki giysi, Babil ve İran krallarında gör­meye alıştığımız türden bir giysidir. Bu heykel, “Zülkar­neyn” tasavvurunun Küruş için oluştuğu fikrini hiç bir kuş­kuya mahal vermeyecek şekilde kanıtlamaktadır. İmparator Küruş bu heykelde iki boynuzlu olarak görünmektedir. Danyal peygamberin rüyasında gördüğü iki boynuzlu koç, nor­mal koçlar gibi değildi. Boynuzlarından biri geriye doğru kıvrılmıştı. Küruş heykelindeki boynuzların da aynı şekilde olduğunu görmekteyiz. Heykelin yanlarında bulunan kanat­lar da, Yûşâ Sifr'inde söylenenleri çağrıştırmaktadır: “Doğu'dan bir kartal çağırırım. Uzak bir diyardan öyle bir adam çağırırım ki benim hoşnutluklarımı tamama erdirir.” Bu kanatlar sebebiyle, heykel kuş heykeli olarak şöhret bulmuştur. Heykelin kıyısında bulunduğu nehir de “Morgâb” yani 'kuş nehri' adıyla bilinmektedir.
Heykel ne zaman yapılmıştır? Küruş hayatta iken mi, yok­sa onun ölümünden sonra halefleri tarafından mı yapılmış­tır? Bu konuda kesin bir yargıya varmak hayli güçtür. Elamlılar ve Persler'in başkenti günümüzde Ehvaz olarak bilinen Sûs şehri idi. Şehir İran'ın Güney'inde yeralmaktadır. Med (=Mada, Meida) krallığının başkenti ise Hemedan şehriydi. Aynı isimle günümüzde de mevcut olan şehrin sadece konu­mu biraz yer değiştirmiştir.
Kral Dârâ'dan sonra yönetime gelen ve Araplar tarafından Erdeşîr olarak bilinen Artaxerxes ilk iş olarak Îstahr şehrini başkent yapmış, saraylar ve anıtlarla imâr etmişti. Ahameniler hanedanının sonuna kadar da şehrin başkent statüsü de­vam etmiştir. Bilindiği üzere bu hanedanın son imparatoru III. Dârâ'dır. Sonrasında İskender'in saldırısı sonucu şehir ta­mamen yıkılıp yakılmıştır. Müslümanlar bölgeyi fethettikle­rinde İstahr şehri artık harap bir köy kimliğindeydi. Onlar da oraya altmış mil mesafede Şirâz şehrini kurmuşlardır.
Görülen odur ki Küruş heykeli Kral Artaxerxes zamanın­da yapılmıştır. Çünkü heykel, taş bir kaidenin üzerindeki heykelden başka hiç bir kalıntının kalmadığı İstahr şehrinin semtlerinden birinde bulunmaktadır. İstahr şehrinde yapılan bütün binalar gibi heykelin de Artaxerxes dönemine ait ol­ması gerekir. Bu doğru olunca, Kûruş'un Zülkarneyn ve Zülcenaheyn (=İki kanatlı) olması düşüncesi daha da güçlen­mektedir. Çünkü bu, Kûruş'un sözkonusu sıfatlarla daha o dönemde meşhur olduğunu ve haleflerinin de bunun bilin­cinde olduklarını gösterir, Artaxerxes döneminde Kûruş'un heykelini yapmak istedikleri zaman da işte bu kanaattan et­kilenmişlerdir. [40]

Yahûdîlerin Kutsal Sifrleri


Bu noktada karşımıza temel bir mesele çıkmaktadır. Heykel, Küruş hakkındaki Zülkarneyn tasavvurunun gayet yaygın olduğunu kanıtlamaktadır. Ahameni hanedanında da bu inancın bulunduğu açıkça görülmektedir. Peki bu tasavvu­run kökeni nedir? Eğer yahûdîlerin kutsal kitaplarının nakil­lerini sıhhatli görürsek bu yöndeki gerçek tasavvurun kayna­ğının Danyal’ın rüyası ve Yûşâ'nın kehanetleri olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu görüş kabul edilebilir midir?
Elimizdeki bilgiler bu görüşten yararlanabileceğimizi gös­termektedir. En azından şu iki hususu teslim etmemiz gere­kir:
1. Danyal peygamberin rüyasıyla ilgili söylenenler, Babil'in fethinden sonra yaygın olarak bilinir olmuştur. Bu rüyada İskender'le ilgili olan bölümler aslında olmayıp sonra­dan ilave edilmiştir.
2. Bu rivayet ve II. Yûşâ'nın kehaneti, Üzeyr'in kitabında da belirtildiği üzere Kûruş'un kulağına gitmiştir. Küruş ve maiyeti, bu bilgilerden hoşlanmakla kal­mayıp bunlara sarılmışlardır. Hatta daha da ileri giderek iki boynuz ve kartalı, Krallığın resmi sembolleri haline getirmiş­lerdir. Kral Küruş bu tarihten sonra resmi olarak “Zülkar­neyn” ve “Zülcenaheyn” olarak nitelenir olmuştur. Bulunan heykel de, Üzeyr'in kitabında yazılanların tasdik edilmesi mahiyetindedir. İsrail peygamberlerinin müjdeleri Kûruş'a sunulmuş, o da bunları şahsının seçilmişliği ve üstünlüğü esasına dayanan manevi metinler olarak kabul etmiştir.
Bütün bunların aksinin caiz olduğu da söylenebilir. “Zül­karneyn” ve “Zülcenaheyn” tasavvurlarının yahûdî kökenli olmadıkları ifade edilebilir. Bunları bizzat Küruş veya Pers halkının muhayyileleri de ortaya atmış olabilir. Küruş bu sı­fatla meşhur olup tanındıktan sonra da yahûdî metinlerini yazanlar, oturup bütün bu kehanetleri uydurmuş olabilirler. Kûruş'u Danyal'ın kitabında “Koç”, Yûşâ'nın kitabında da “Kartal” olarak takdim etmeye çalışmış olabilirler.
Bu tür varsayımlar için kapı ardına kadar açıktır. Bu tür konularda kesin kararlara varabilmek de bir hayli güçtür. Ama her varsayım için belli bir dayanağın bulunması da ge­reklidir. Yukarıdaki paragrafta sıraladığımız varsayımların hiç bir dayanağı yoktur. Bir takım şüphelerin varlığını ileri sürerek yahûdî metinlerinin tamamını reddetmemiz müm­kün değildir. Bunun dışında bu tür bir tasavvur, Pers düşün­ce yapısının ürünü olarak görülmeye de pek uygun değildir. Bizce bu tasavvurun içyüzü, bütün açıklığıyla katıksız bir ya­hûdî tasavvuru olduğunu söylemektedir. Yahudiler daha ilk günden itibaren insan hayatında görülen bir takım olay ve hakikatleri, koyuna, koça, oğlağa göndermeler yaparak açık­lamışlardır. İshak peygamberin kurbanı, Mesih'in kefareti, Yaratılış kitabı, Yuhanna'nın keşifleri ve diğerlerinin hemen hepsinde bu tür benzetmelerle karşılaşmaktayız. Öte yandan Pers ve Zerdüşt düşüncesinde bu tür benzetmelere asla rast­lanmamaktadır. Örneğin Avesta bu tür tasavvurlardan tama­men uzaktır. [41]

AHEMENİ HANEDANI VE KÜRUŞ


Bu bölümde Kûruş'la ilgili olarak tarihsel kaynaklarda bulunan bilgileri ve bunların Kur'an'a uygunluğunu ele alacağız. [42]

İran Tarihinin Üç Dönemi


Modern tarihçiler İran tarihini üç bölüme ayırmışlardır.
İlk dönem Makedonyalı İskender'in saldırısından önceki dönemi kapsar.
İkinci dönem Araplar'ın Yerel Krallıklar (Mulûk-i Tavâif) dedikleri Parthlar dönemidir.
Üçüncü donem ise Sasanîler dönemidir.
İran, tarihinin ilk döneminde şan ve kudretin doruğuna ulaşmıştır. Özellikle Kûruş'un tahta geçmesiyle birlikte İran büyük gelişme göstermiştir. Ancak bu döneme ait bilgiler ol­dukça sınırlıdır. Bu dönemi doğrudan tanımamızı sağlayacak veri kaynakları mevcut değildir. Ulaştığımız bilgilerin ço­ğunluğu, onlarla aynı dönemde yaşayan başka bir ulusun, yani Yunanlılar'ın aktardıklarından ibarettir. Eğer Yunanlı tarihçilerin kayıtları olmasaydı, İran tarihinin bu görkemli dönemi tamamen unutulmuş olacaktı.
Konuyla ilgili verileri aktaran tarihçilerin başında Herodotos, Ctesies ve Xenophon gelmektedir. Arap mütercimler de tarih adına büyük bir İran kıssası bırakmışlardır. Onlardan sonra yaşayan Firdevsî de, bunları şiirleştirerek bir des­tan haline getirmiş ve ebedîleştirmiştir. Ancak bu destanda İskender'in saldırısından öncesine ait bilgiler tarihten çok efsane niteliğindedir. Tarih biliminin bunlara bakışı, Hintlilerin dinsel efsaneleri olan Mahabharata, Ramayana ve îlyada des­tanlarına bakışları gibidir. Mahabharata, Ramayana ve îlyada destanlarında konu edilen şahıslar hakkında nasıl kesin bil­giye sahip değilsek, Firdevsî'nin Şehname'sinde adı geçen şa­hıslar hakkında da kesin yargılara sahip olmamız mümkün değildir. Bunlar, tarihte gerçekten yaşamış kişilikler midir? Yoksa zihinlerde üretilmiş hayali kahramanlar mıdır? Bu noktada kesin görüş belirtmek mümkün değildir. Antik İran kahramanları arasında yeralan Cemşîd, Dahhak, Rüstem, İsfendiyâr, Sam ve Neriman gibi şahsiyetlerin hayal dünya­mızdaki yerleri bellidir. Ama bunlar gerçekten yaşamış in­sanlar mıdır? Yoksa antik iran mitolojisi tarafından mı üretil­mişlerdir?
Hiç kuşkusuz insanlık tarihinin tuhaf dramlarından biri de İran gibi geniş bir coğrafyada hüküm süren görkemli dev­letlerin tarihlerinin efsanelere karışmış olmasıdır. Bu karışık­lık o kadar derinlere inmiştir ki, sözkonusu devletlerin izleri­ne tarih sayfalarında rastlamamızı imkansız kılmıştır. Îran mitolojisinin temel unsurlarının hangi dönemde oluşmaya başladığını ve hangi zaman diliminde bu şekilde kapsamlı ve detaylı bir mitolojik veriye dönüştüğünü saptamak da zor­dur. Ancak bütün çıplaklığıyla ortada duran bir gerçek var­dır ki Zerdüşt dinine mensup olanların kutsal kitapları Avesta bu efsanelere kaynaklık etmiştir. Kaynağını Avesta'dan alan bu mitoloji kültürü zamanla gelişerek dört dörtlük bir efsane halini almıştır. Avesta'nm bize kadar ulaşan bazı bö­lümlerinde, mitolojinin Beşdadî kralları olarak takdim ettiği bazı şahsiyetlerin isimlerine rastlamaktayız. Muhtemeldir ki ilk kaynak, dillerde tedavül edilmek suretiyle aktarılmış ve Sasanîler döneminde efsane şeklini almış, ulusal kahramanlık dürtüleri tarihsel unsurları beslemiştir. Pehlevî dilinde ya­zılan ilk kaynaklar İskender'in İran'a saldırısıyla birlikte yokedildikten sonra efsane gerçek tarihin yerini almıştır.
Arap tarihçiler antik İran tarihini yazmak istediklerinde, tarihsel malzeme olarak hiç bir şey bulamamışlardır. Tek bul­dukları Sasanî döneminde yazılan mitoloji idi. Ebu Hamza el-Isfahanî, İbn en-Nedîm, Mesûdî ve diğerlerinin kaydettiği, Hüdâînâme, Ayinnâme, Rüstem-i Îsfendiyârnâme, ya da Pers Krallarının Hayatları tarzından Pehlevîce kitaplar yukarıda anlattığımız efsânelerin muhtevasından başka bir şey değildi. Bunların hemen hepsi tarih adına Arapça'ya çevrilmiştir. Bu malzemeyi öncelikle Ebu Ali el-Belhî ele almıştı. Arkasından Firdevsî bunları nazım haline sokarak Şehname adıyla yazıya dökmüştü. Onlardan sonra da keşfedilen bir takım Pehlevîce efsaneler olmuştur. Ondokuzuncu yüzyıl tarihçileri bu efsa­neleri Şehname ile karşılaştırdıklarında ilk devir efsanelerinin ne kadar titiz bir şekilde Arapça'ya çevrildiği ortaya çıkmış­tır. Firdevsî'nin yaptığı, bunları akıcı bir Farsça ile nazma dökmekten öte gitmemiştir.
Burada zikredilmesi gereken bir husus da Arap tarihçile­rin bu efsaneler hakkındaki kanaatlerinin yerinde oluşudur. Onlar bu efsaneleri olduğu gibi Arapça'ya çevirmiş, ama ta­rihsel bir değer yükleyerek bakmamışlardır. Konuyla ilgili en eski Arap tarihçisi Ebu Hamza el-İsfahanî, tarihle ilgili kayıt­larını Sasanî dönemiyle sınırlamış, ondan önceki dönemleri gözardı ederken de şöyle demiştir: “Bu dönemlere vâkıf ol­manın imkanı yoktur. Çünkü hakikî bilgiler ihtiva eden Peh­levîce eserler İskender'in hücumundan sonra tamamen tah­rip edilmiştir.” [43]
Yâkûbî bu efsaneleri naklettikten sonra şunu açıklama ge­reğini duymuştur: Bu bilgilerin tarihle en ufak ilişkisi yoktur! el-Bîrûnî, bu efsaneyi tamamen reddederek şöyle demiştir:
“Bunlar aklın kabul edemeyeceği türden bilgilerdir!” [44] Îbn-i Miskeveyh ise Tecâribu'l-ümem adlı eserinde bu efsanelerden kısaca sözettikten sonra şu yorumu yapmıştır: “Bunlar tama­men vehim ürünüdür. Yazılı tarih Sasanî devriyle birlikte başlar.” [45]
Arap tarihçiler, Yunanlı meslektaşlarının yazdıklarından habersiz değillerdi. Aksine gerek Yunan tarihçilerin yazdık­larının, gerekse yahûdî kutsal metinlerinde yeralan bilgilerin bu efsanelerden büyük ölçüde ayrıştığını bilmekteydiler. İşte bu nedenle Pers tarihini iki ana bölüme ayırmışlardı: Yunan rivayetleri; Pers rivayetleri. Mesûdî, Tenbîhu'l-eşrâf adlı ese­rinde bu iki rivayet arasındaki farka işaret ettikten sonra şöy­le demiştir: “Ben, Yunan rivayetine tamamen yüz çevirdim. Çünkü Pers rivayetiyle çelişmekteydi. Doğru olan bir ulusun tarihini, o ulusun dilindeki kaynaklardan almaktır. Ev sahibi, evini herkesten iyi bilir!” [46]
Ama ne üzücüdür ki Mesûdî'nin ümitleri tamamen suya düşmüştür. Çünkü Persler kendi tarihlerini neredeyse tama­men kaybetmişlerdi!
Ebu'r-Reyhân el-Bîrûnî, Pers rivayeti üzerinde kafa yor­maktan uzak durmuştur. O, el-Asârul-bâkiye adlı eserinde bu iki rivayeti birleştirmeye çalışmış, her iki rivayette de yeralan kralların sıralamasını yapmıştır. Yunan rivayetinde yeralan kral isimleri tamamen gerçek şahıslara dayanmakta ve başta da Kûruş'un ismi bulunmaktadır. Pers rivayetinin kral liste­sinde yeralan isimler ise, Firdevsi’nin Şehname'sinde geçen isimlerden öte gitmemektedir. [47]
Modern çağ tarihçileri de bu iki rivayet arasında bir uzlaş­ma arayışına girmişler, ancak başarıya ulaşamamışlardır. Al­man şarkiyatçı Spiegel'in konuyla ilgili yazdıkları etüd edilmeye ve incelenmeye değerdir. Ancak o da bu iki rivayeti bir­leştirmeye muvaffak olamamıştır.
Araştırmacıların kafasını en çok meşgul eden mesele, Kû­ruş'un kişiliğidir. Biz de bu noktada tereddüt ederek Şehnâme'de Küruş isminin bulunup bulunmadığını merak ettik. Bazı araştırmacılar Keykâvusnâme”de anlatılan şahsiyetle Yu­nan tarihlerinde yazılı olan Kûruş'un aynı kişi olduğunu san­mışlardır. Oysa bu ikisinin hayatları arasında derin farklılık­lar mevcuttur. Dolayısıyla böyle bir varsayımda bulunmak yanlış olacaktır.
Bazıları ise Şehnâme'de geçen Keyhüsrev'in gerçekte Küruş olduğunu söylemişlerdir. Zira, Keyhüsrev'in doğumuyla ilgili efsane ile, Kûruş'un doğumuyla ilgili efsane arasında büyük benzerlik vardır. Bu benzerlik araştırmaya değerdir. Ancak sadece bu benzerlik, iki şahsiyetin aynı kimse olduğu noktasında kesin bir yargıda bulunmak için yeterli değildir. Çünkü hayatlarında da benzerlik bulunması gerekmektedir ki böyle bir şey sözkonusu değildir. [48]

Kûruş'la İlgili Kaynaklar


Küruş hakkındaki bilgilerde görülen bu farklılık sebebiyle Yunanlı tarihçilerin yazdıklarını esas alarak onlardan yarar­lanmaktan başka çaremiz kalmamaktadır. Pers kaynakları arasında ise, antik buluntulardan başka bir şey dikkate değer gözükmemektedir. Bu buluntuların en önemlisi, çivi yazısıy­la yazılmış Dârâ kitabeleridir. Ondokuzuncu yüzyıl bilginle­ri bu kitabelerdeki sembolleri çözmeyi başarmışlardır. Bir di­ğer bulgu ise Kûruş'un bizzat kendi heykelidir. Zaman ona zarar vermeyi başaramadığı için bundan da yararlanmamız mümkün olmuştur. O, sessiz diliyle ikibinbeşyüz yıl öncesin­den bize şöyle demektedir:
İşte eserlerimiz ki bizi gösterirler,
Bizden sonra soracağınızı eserlere sorun!
Yunan tarihçilere baktığımızda bunlardan üçünün Küruş hakkında detaylı bilgiler verdiklerini görüyoruz: Herodotos, Ctesies ve Xenophon.
Herodotos gerçekten de “Tarihçilerin babası” sıfatını haketmiş bir kişiliktir. O, M.Ö. 484 yılında doğmuştur. Ctesies, tıpla uğraşmış ve Pers împaratoru'nun sarayında tabip ola­rak çalışmıştır. Xenophon, Socrates'in öğrencisi olan bir filo­zoftu. İran sarayıyla da uzun süreli bir ilişkisi olmuştu.
Sözkonusu arkeolojik buluntular, Yunanlı tarihçilerin yaz­dıklarını tamamen doğrulamaktadır. Örneğin Herodotos ve Xenophon'un zikrettikleri Kûruş'un soyağacı Dârâ'nın kita­besinde aynen bulunmaktadır. Babil kazılarında ortaya çıka­rılan Kûruş'un mührü için de aynı durum geçerlidir. Bu mü­hür de bazı tarihlere ve yıllara ışık tutmaktadır. [49]

Med ve Pers Krallıkları


M.Ö. 560 yılında İran toprakları iki krallık arasında bölün­müş bir haldeydi. Güney îran, Pers krallığı olarak bilinmek­teydi. Kuzey İran ise, Med (=Mada, Meida) krallığı olarak bi­linmekteydi. Yunanlılar'ın Meida adını verdikleri bu krallığa, Araplar Mâhât krallığı derlerdi.
Asur ve Babil yönetimleri çok güçlü bir iktidara sahip ol­dukları için İran'ın her iki bölümü de bunların baskısı altın­daydı. İki bölgeyi yerel prenslikler yönetmekteydi. M. Ö. 612 yılında Ninova şehri yıkıldı ve Asur saltanatına son verildi. Bu olay sonucunda Kuzey İran halkı özgürlüklerine kavuştu­lar. Zaman içerisinde bu bölgede güçlü Med krallığı oluştu. Güney'deki Pers kabileleri de bundan cesaret alarak başları­nı kaldırmaya başladılar. Sonuçta orada da Anşân krallığı adı verilen bir yönetim kuruldu. Ama her iki krallığın da zikre değer başarıları olmadığı için silik krallıklar olarak yaşamaya devam ettiler. Ninova'nın yıkılmasından sonra Babil'in böl­gedeki etkinliği genişlemiş ve gücü iyice artmıştı. Nitekim Babil Kralı Nabukadnazar (=Nabukodonosor) Batı Asya'yı tamamen istila etmişti. Dolayısıyla eski İran'ın iki krallığının bu bölgede kayda değer bir ağırlıkları kalmamıştı. [50]

Kûruş'un Ortaya Çıkışı


M.Ö. 599 yılında yeni bir şahsiyet gayet ilginç şartlarda tarih sahnesine çıktı. Kısa zamanda o günün dünyasının bakışları bu insana yöneldi. Bu, Ahemeni hanedanından gelen bir gençti. Adı Kûruş'tu. Yunanlılar ona 'Sairis' diyorlardı. Arap­lar ise 'Korûş, Khayârşâ ve Keyhüsrev' diyorlardı. Pers prensleri bu genci lider kabul ettiler. Küruş, çok kısa bir süre­de Med topraklarını ele geçirdi. Böylece iki kısma ayrılmış bulunan İran toprakları tek bir krallık altında birleşmiş olu­yordu. Bu, tarihte ilk kez oluyordu. Batı Asya'da yeni bir im­paratorluk kurulmuştu.
Ardından Kûruş'un fetih faaliyetleri başladı. Bu fetihler, kan akıtmak, iktidarı genişletmek ve ganimet toplamak için yapılmış fetihler değildi. Aksine güvenlik, hak ve adaleti yay­mak için yapılmış faaliyetlerdi. Küruş, zulme uğrayanlara adalet vadediyor, baskı altındakilerin ellerinden tutuyordu. Tahta çıkışının üzerinden henüz oniki yıl geçmişti ki Karade­niz'den Baktria Belli Çölü bölgesine kadar geniş bir coğ­rafya onun kontrolüne girdi.
Dünya tarihindeki diğer büyük şahsiyetler gibi, Küruş hakkında da efsaneler üretilmeye başlamıştı. İnsanlar, onun çok ilginç şartlarda ortaya çıktığını iddia ediyorlardı. Hero­dotos ve Xenophon bu efsaneyi çok detaylı olarak anlatmak­tadırlar. Efsane özetle şöyledir: Kûruş'un anne tarafından de­desi Astyages idi. Doğumundan önce onu öldürmeye karar vermiş ve bu yönde emir vermişti. Ancak ilahî hikmet gereği ülkenin prenslerinden biri yeni doğacak bu bebeğe acımış ve onu kurtarmıştı. Sonuçta çocuk ormanlarda ve vadilerde ya­şayarak büyümüştü.
O, sarayda doğan diğer çocukların aksine eğitim almamış­tı. İlahî irade, onun tabiat okulunda eğitilmesini dilemiş ve çöllerde, vadilerde eğitmişti. Ancak üstün yeteneklerinin ve ahlâkının ortaya çıkacağı gün gelecekti. Nitekim o gün geldi­ğinde ülkede tanınmaya ve nüfuzu artmaya başladığı Bütün İran onun gerçek yüzünü öğrendi. Böyle bir güce ulaştıktan sonra kendisine tuzak kuran düşmanlarından intikam alması gerekirdi. Ama o, affetmeyi intikama tercih ederek hepsini hoşgördü. Hatta acımasız dedesi Astyages bile ondan hiç bir kötülük görmedi. [51]

İlk Askeri Sefer


Küruş tahta çıktıktan sonra Lidya kralı Kroesus'un tahrikleriy­le karşılaştı. Yunanlı tarihçilerin ortak görüşü, saldırganlığı Kroesus'un başlattığıydı. Küruş, silahlarını mecbur kaldığı için kuşanmıştı. Savunma amacıyla yaptığı savaş, onun zaferiyle sonuçlanmış ve Batı yönündeki ilk görevini tamamlamıştı.
Lidya, Küçük Asya'nın Kuzey kısmında bugün Anadolu olarak bilinen coğrafyada yeralıyordu. Günümüzde Türki­ye'nin bulunduğu bölgede o dönemde Yunan karakterli bir devlet bulunuyordu. Küruş bu devleti mağlup etmişti. O za­manlar mağlup olan ülkenin başına gelen, baskı ve yıkımdan başka bir şey olamazdı. Ancak bütün Yunan tarihçilerin de ifade ettikleri gibi Kûruş'un zaferinde bu tür olaylar yaşan­mamıştır. Küruş, fethettiği ülkenin halkına iyi ve cömert dav­ranmıştı. Öyle ki halk, ülkelerinde bir savaşın yaşandığını da­hi hissetmemişti. Ancak Herodotos'un aktardığı bir olay çok ilginçtir. Buna göre Küruş, odundan bir yığın yaptırmış ve üstüne bir sandalye oturtmuş, sonra da Kroseus'u üzerine oturtarak odunu ateşlemelerini emretmişti. Küruş, bu emriy­le Kroseus'un cesaretini sınamak, ya da onun ülkesinde varo­lan totemist vehimleri geçersiz kılmak istemiş olabilir. Yenik kralın odunların üstünde sebat içinde oturduğunu görünce, emrini iptal ederek kendisini affetmiştir. Kroesus, ömrünün sonuna kadar Kûruş'un himayesinde izzet ve ikram içinde yaşamıştır. Dönemin halkları, Kûruş'un bu savaşını duyduktan sonra onun bilinen türden bir fatih olmadığını anlamış­lardı. O, bir fatihten çok yeni bir ahlâk öğretisinin sahibiydi. O, kendi toprakları üzerinde yeni bir siyaset ve ahlâk anlayı­şına dayalı bir imparatorluğun temellerini atmaktaydı. [52]

İkinci Askeri Sefer


Kûruş'un ikinci askeri etkinliği Doğu'da olmuştu. Mekrân Belucistan ve Baktria Belh Çölü bölgesinde yaşayan bir takım barbar kabileler ayaklanmışlardı. Ülkede huzur ve asayişi devam ettirmek için bölgeye dönük bir askeri sefere çıkmaktan başka çare yoktu. Mekrân, Güney İran ile Sind arasında bölgeye verilen isimdi. Baktria ise, bugünkü Belh bölgesidir. Yunanlı tarihçiler Kûruş'un bu seferinden de sözetmiş, ama tarih belirtmemişlerdir. Bu seferin M. Ö. 540 ile 545 yılları arasında gerçekleşmiş olması muhtemeldir.
Kûruş'un Belh'e ulaşması Doğu'nun en uç noktasına ulaş­ması anlamına gelmekteydi. Çünkü o, bu seferiyle Güney İran'dan çıkarak Mekrân'a ulaşmış oluyordu. Kendisi Belu­cistan'a uğrayarak Kabil'e gitmiş ve Kabil'den Belh'e yönel­miştir. Persler Sind bölgesini Hind olarak adlandırırlardı. Dârâ'nın kitabesinde de Hind ismi, fethedilen yirmisekiz ülke arasında görülmektedir. [53]

Babil'in Fethi


M. Ö. 545 yılında Babil prensleri ve ileri gelenleri Kûruş'a gi­derek kendisini Babil'e çağırmışlardır. Onları böyle bir dave­te sevkeden, Kral Belşazar’ın uyguladığı baskı ve zulümlerdi. Yeni Babil imparatorluğu, yıkık Ninova'nın enkazı üzeri­ne kurulmuştu. Yeni imparatorluk, kısa zamanda yayılıp ge­nişlemişti. Araplar'ın Buhtunnasr dedikleri Babil İmparatoru Nabukadnazar, baskıcı ve ezici bir yönetim anlayışına sahip­ti. Nüfuz ve kudreti uzak yakın her yere ulaşmıştı. Filistin ve Şam'a defalarca saldırmıştı. Son saldırısında da Filistin'de ka­lan yahûdî yönetimlerini ortadan kaldırmıştı. Hazkiyal, Yeremyâ ve'Yûşâ peygamberlerin Sifr'leri dışında bizzat Ahd-i Atîk'in sayfaları bu dönemde yaşanan trajedileri çok detaylı olarak kaydetmektedir. Babil’in dur durak bilmeyen saldırı­ları, yahûdîler için yürek yakan acılara yol açmıştır. Yahûdî şehirleri birer birer yıkılmış, Kudüs'teki Mabed yerle bir edil­mişti. Bu saldırılar karşısında yahûdilerin dinsel mekanları hemen tamamen tahrip edilmiş, en büyük kayıp da Tevrat'ta olmuştur. Babil orduları, yahûdilerin büyük çoğunluğunu imha ederken kalanlar da ya esir edilmiş, ya da dünyanın dört bir tarafına yayılmışlardı.
Filistin'de yaşayan yahûdîlerden esir edilenler, Babil or­dusu tarafından hayvanlar gibi sürüklenerek Babil'e götürül­müşlerdi. Kudüs'te harabelerden başka bir şey kalmamıştı. Eli silah tutan yahûdîlerden hayatta kalanlar, Babil'de zillet ve aşağılanmayla dolu bir hayata başlamışlardı. Bu durum, yetmiş yıl sürmüştür.
Zorba Nabukadnazar'm ölümünden sonra Babil devleti­nin gücü azalmaya başladı. Ardılları onun kadar akıllı ve muktedir yöneticiler olamamıştı. Babil ülkesinin gerçek yö­neticileri tapınak rahipleriydi. Rahipler, Nabukadnazar'ın ar­dından Nabonidus'u tahta oturtmuşlardı. O da ülkenin ida­resini Belşazar'a teslim etmişti. Belşazar, zulüm, günahkârlık ve şirretlikle ün salmış bir kişilikti. Babil halkı ondan baskı dışında bir şey görmemiş ve hayatları çekilmez olmuştu. Kûruş'un adil yönetimi dönemin dünyasında herkes tarafından bilinmeye başlayınca, Babil halkı da ileri gelenlerinden olu­şan bir heyeti Kûruş'a göndermiş ve onu Babil'i almaya ça­ğırmışlardı. Halk baskı ve zulümden bunalmıştı.
Bütün tarihçiler, o dönemde Babil'in yeryüzündeki en sağ­lam surlara sahip olduğu hususunda müttefiktirler. Şehrin surları ölçüleri ve sağlamlığı bakımından zamanın eşsiz yapılarındandı. O devirde mevcut olan silahların bu sağlam kale karşısında etkili olması sözkonusu değildi. Buna rağmen Küruş Babil halkının davetine kayıtsız kalmadı. Ordusuyla beraber yola çıkarak şehri çevreleyen surların önüne kadar geldi. Herodotos bu noktada şu detayı kaydetmektedir: Babil şehri­nin eski valisi Gobryas, Kûruş'un refakatinde bulunuyor ve orduya rehberlik ediyordu. Onun tavsiyesi ile Dicle nehrinin kenarına kanallar kazılarak nehrin yatağı değiştirildi. Böylece şehrin su kaynağı kurutulmuş oldu. Kûruş'un askerleri bir ge­ce eski nehir yatağını kullanarak şehre sızdılar ve Babil'i içer­den aldılar. [54]

Yahûdi Esaretinin Sonu, Mabed'in Yeniden İnşası ve Yahûdî Ulusal İnanışı


Yahûdilerin kutsal metinleri, Kûruş'un çıkışını ve Babil'in fethini Allah katından bir mucize olarak görmektedir. Böyle­likle yahûdilerin yetmiş yıllık esaretleri son bulmuş, Ku­düs'ün yeniden inşa edilmesinin önü açılmıştı. Yahudilere göre bütün bunlar Yûşâ peygamberin yüzaltmış, Yeremyâ peygamberin altmış yıl önce haber verdiği olaylardı.
Yahûdî tarihi, onların dinsel inançlarında mayalanarak oluşmuştur. Ahd-i Atik, sadece şeriatlarının değil aynı zaman­da tarihlerinin de kaynağıdır. Yahûdîler, insanlık tarihi hak­kında kendilerine özgü bir tarih tasavvuru oluşturmuş ve bu tasavvuru vahiy ve risaletle desteklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Ahd-i Atîk'in her rivayeti, onların akidevi temelleri için de bir dayanak oluşturmaktadır. Onlar bu rivayetlerin hepsine tam bir imanla inanırlar. Konumuzla ilgili Sifrler şöyle de­mektedir: Bütün kehanetler, Babil'in fethinden sonra İmpara­tor Kûruş'a sunuldu. O da onları hoş karşıladı ve etkilendi. Bunun sonucunda da kendilerinden gaspedilmiş olan bütün altın ve gümüş kapların yahûdîlere iade edilmesini emretti. Bu kaplar, Nabukadnazar tarafından Mabed'den alınarak Ba­bil'e getirilmişti. Küruş, yahüdilerin yurtlarına dönmelerine, yıkılan şehirleri onarmalarına ve yıkık mabedleri yeniden in­şa etmelerine de izin vermişti. Üzeyr Sahifesi'nde bu konuda şöyle denmektedir:
“Kral Küruş Babil'i fethettikten sonra bütün ülkesinde şunu ilan ettirdi: Gökyüzünün Rabbi bana bütün dünya toprakla­rını bağışladı. Kendisine ibadet edilmesi için de Yahûda top­raklarından Kudüs'te bir mabed inşa etmemi emretti. Rabbin halkından olan herkes Kudüs'e gitmeli ve orada Rabbin Evi'ni inşa etmelidir. Krallığımdaki bütün insanlar da bu gö­revlerinde yahûdîlere yardım etmeli ve ihtiyaç duydukları altın ve gümüşü onlara vermelidirler.”
Kûruş'un fermanından sonra ellibin yahûdî ailesi Babil'den Filistin'e göçetti. Ancak Üzeyr'in Sahifesi'nde de beirtildiği üzere, mabedin inşasında bir takım pürüzler çıkı­yordu. Kral'ın Şam'daki vekili Dârâ işe karışmış ve mabedin inşaatını durdurmuştu. Yahudiler de şikayetlerini kraliyet sa­rayına götürmüşlerdi. Bu şikayetler kabul görmüş ve Dârâ yeni bir emir vererek Kûruş'un fermanını teyid etmiştir. Üzeyr peygamber Kral Artaxerxes zamanında çıkmıştı. Üzeyr, Babil'den Filistin'e giden ikinci bîr göç kafilesinin ba­şında bulunmuş ve Tevrat'ı yeniden yazmıştı. O dönemde mabedin inşaatına yine ara verilmişti. Artaxerxes yeni bir emir çıkartarak Haca peygamberin gayretlerine katkıda bu­lunmuş ve inşaat bu sayede tamamlanmıştı.
Yahûdî ulusal kaynakları Danyal, Üzeyr, Nehemyâ ve Ha­ca peygamberlerin İmparator Küruş, Dârâ ve Artaxerxes'in yakınlığına mazhar olduklarını bildirmektedir. Bu peygam­berler onların saraylarında izaz ve ihtiramla karşılanırlardı. Artaxerxes hakkında da şöyle bir rivayet vardır: Kral Artaxerxes Esther adında bir yahûdî kızıyla evlenerek sarayına krali­çe yapmıştı. Sarayda bulunan bazı prensler yahûdîler aley­hinde tertipte bulunmuşlar, bu yahûdî kızı da onlara engel olarak oyunlarını ortaya çıkarmıştı. Apokrif Sahifesi adıyla bi­linen Ahd-i Atîk sayfalarında Esther Sahifesi de bulunmakta­dır. Bu sahife, Yunanca'ya tercüme edilen [55] Ahd-i Atik'te bulunurken Filistin nüshasında ve İbranice nüshada bulunma­maktadır. [56]

Üçüncü Askeri Sefer


Yunanlı tarihçiler Kûruş'un üçüncü askeri hareketinin Kuzey'de olduğunu ve Med sınırlarını takviye etmek için yapıl­dığını bildirmişlerdir. Bu seferin Med bölgesinde yapılmış ol­ması gerekmektedir. Çünkü İran'ın Kuzey bölümü Med böl­gesi olup Hazar denizi ile Karadeniz arasındaki dağlık ke­simden oluşmaktadır. Bu bölge daha sonra Kafkasya olarak isimlendirilmiştir. Günümüz Kafkas ülkeleri de bu dağlık bölgede yeralan vadilerde kurulmuştur. Küruş bu seferinde bir nehre ulaşmış ve bu nehir o zamandan beri “Sairis Nehri” olarak bilinegelmiştir. Bu isim günümüzde de kullanılmakta­dır. Küruş, bu seferi sırasında dağ halklarından bir topluluk­la karşılaşmış ve bunlar Yecüc ve Mecüc'ün saldırılarından yakınmışlardır. Küruş da sözkonusu topluluğu himaye et­mek için demirden bir sed yapılmasını emretmiştir. Bunu ile­ride daha detaylı olarak göreceğiz. Üzücü olan husus, Yunan­lı tarihçilerin bu seferin ayrıntıları üzerinde fazla durmamış olmalarıdır. [57]

Kûruş'un Ölümü (M. Ö. 529)


Babil’in fethinden sonra Kûruş'un şöhreti bütün dünyaya ya­yılmıştı. Çünkü yeryüzünde bu yeni imparatorluğa karşı du­racak hiç bir güç kalmamıştı. O dönemde Küruş yeryüzünün en büyük imparatoruydu. Bu, antik dönem için yadırganacak bir durumdu. Ondört yıl önce meçhul bir çoban olan ve or­manlarda yaşayan bir şahıs o günün en büyük uluslarının ye­gâne hakimi haline gelmişti. O, Anadolu'nun batı sahillerin­den Belh çöllerine kadar uzanan geniş coğrafyada yaşayan bütün halkların sığındığı bir ilticagâh olmuştu.
Küruş Babil'i fethettikten sonra on yıl daha yaşadı ve M. Ö. 529 yılında öldü. Yaşadığımız yüzyılda keşfedilen antik İran buluntuları arasında onun mezarı da bulunmaktadır. Mermerden kare şeklinde yapılmış bir lahitten ibaret olan kabri, ölüleri defnetme alışkanlığının Zerdüştîler arasında yaygın olan bir geleneği de göstermektedir. En azından kral­lar ve eşraf toprağa verilmekteydi. Kral Dârâ'nın kabrinin bu­lunması bu ihtimali daha da güçlendirmektedir. Avam onun kabrini “Nakş-ı Rüstem” olarak adlandırmıştır. [58]

Kûruş'un Selef ve Halefleri


Burada Kûruş'un selef ve haleflerini de zikretmemiz yerinde olur. Çünkü Pehlevî dili ile Yunan dili arasındaki telaffuz farkları, bazı isimlerin karıştırılmasına yol açmıştır.
Herodotos ve Xenophon tarafından nakledilen Kûruş'un soyağacı, Dârâ'nın kitabesini de tasdik etmektedir. Kûruş'un dedesinin babası, Yunanlılar'ın Ahemenis diye adlandırdık­ları şahsiyetti. Tarihçiler ve Dârâ'nın kitabesi, Med ve Pers Krallığının krallarının bu şahsa mensup oldukları hususunda müttefiktir. Onlar, dedelerinin ismini hanedanlarının ismi olarak benimsemişlerdir.
Ahemenis'in Taisis adında bir oğlu olmuştu. Bu oğlunun da Cambyses adında bir oğlu olmuştu. Küruş, Cambyses'in oğlu olarak dünyaya gelmişti.
Küruş zorlama ile Cambyses'in adıyla adlandırılmış ve is­mine kraliyet lakabı olan Ehuşuruş ilave edilmiştir. Bu lakab kendinden sonraki krallar tarafından da kullanılmıştır. Yu­nanlılar bu lakabı “Ahasoros” şeklinde tahrif ederek kullan­mışlardır.
Cambyses'in tahta çıkışı babası Kûruş'tan sonra olmuştur. O, M. Ö. 525 yılında Mısır'a sefer düzenlemiş ve orayı fethetmiştir. Kendisi Mısır'da iken Med halkının isyan ettikleri ha­berini almıştı. Gaumata adında biri kendisinin Cambyses'in kardeşi olduğunu ve adının Bardisa olduğunu iddia ederek halkı ayaklandırmıştı. Cambyses, ayaklanmayı bastırmak için Mısır'dan ayrılmış ve Şam'da ölmüştü. Ölümünün su­ikast sonucu olduğu da söylenmiştir.
Cambyses'in ölümünden sonra Kûruş'un çocukları ara­sında tahta vâris olacak başka bir oğlu olmadığı için amcası­nın oğlu Dârâ tahta çıkmıştır. Dârâ, Med topraklarındaki ayaklanmayı bastırarak Gaumata'yı idam etmiş ve impara­torluğun gücünü doruğa çıkarmıştır.
Dârâ ve Artaxerxes, onun halefi olmuş diğer imparatorlar­dır. Yahûdî kaynaklarında adı geçen dört imparator şunlar­dır; Küruş, Cambyses, Dârâ ve Artaxerxes. Yahudiler, Kudüs'deki mabedin inşasına Küruş döneminde başlamış, Artaxerxes döneminde bitirmişlerdir. [59]

II. Babil Seferi ve Babil Krallığının Sonu


Daha önce de gördüğümüz gibi İmparator Küruş askeri fetih­lerinde çok hoşgörülü ve âdildi. O, fethettiği ülkelerin yerel yönetimlerini, din ve düsturlarını ortadan kaldırmazdı. Bu gibi ülkelere belli bir vergi ve bir takım üst denetim araçları koymakla yetinirdi. Diğer ülkelerde yaptığı gibi Babil için de aynını yapmış ve vekilini orada bırakarak ayrılmıştı. Babil, Kûruş'un imparatorluğuna bağlı olmasına karşın içişlerinde tamamen bağımsızdı ve kendi kralı vardı.
Yunanlı tarihçiler Babil'deki bu statünün yirmi yıl sürdü­ğünü söylemişlerdir. Kûruş'un ölümünden sonra Dârâ'nın Med bölgesindeki ayaklanmalarla meşgul olmasını fırsat bi­len Babil kralı Pers İmparatorluğu'na bağlılıktan kurtulma yolunu seçmiş ve tam bağımsızlığını ilan etmiştir. İmparator Dârâ, Kuzey'deki ayaklanmayı bastırdıktan sonra derhal Babil'e yönelmiştir. Yunanlı tarihçilere göre Kûruş'un şehri al­masına eski bir valinin yardımcı olması gibi Dârâ'ya da bir maceraperest yardımcı olmuştur. Bu adam şehre girerek kral aleyhine bir komplo hazırlamış ve kral öldürüldükten sonra kale kapılarını Pers ordusuna açmıştır.
Danyal’ın Sahifesi'nde bu olayla ilgili başka bir yaklaşım­la karşılamaktayız. Bu yaklaşım, tamamen farklı bir içeriğe sahiptir. Sahife'nin rivayetine göre olay şöyle gelişmiştir: Kral öldürülmesinden bir gece önce sarayda bir eğlence dü­zenlemişti, içki sunan sakisine Kudüs'deki Mabed'den gaspedilmiş kadehte şarap sunmasını emretmişti. Sâkî de kralın bu emrine uyarak böyle bir kadehte şarap sunmuştu. Kral ka­dehi ağzına doğru kaldırdığı zaman gaibden bir elin duvara Arâmi dilinde şöyle bir yazı yazdığını gördü: “Benden, ben­den kabul ettim ve Persler'den” Kral bu yazıyı görünce deh­şete kapılmıştı. Kalbi korkuyla dolmuştu. Derhal büyücüleri ve kahinleri çağırttı. Onlara bu sözü açıklamalarını emretti. Ama hiç biri gerçek anlamını açıklayamadı. Kraliçe de ona Danyal'ı çağırtmasını söyledi. Kral, Danyal'ı çağırttı. O bu ifadeyi şöyle açıkladı: “Bu, Allah katından sana yapılmış bir uyarıdır. Yönetimin artık sonuna gelmiştir. “Benden, ben­den” ifadesi, günlerini saydım, anlamındadır. “Kabul ettim” ifadesi, ölçüp tarttım anlamındadır. Yani o, senin ağırlığını bilmiştir. “Persler” ifadesi ise, devletinin Persler'in eline ge­çeceğini göstermektedir.” Bu konuşmanın üzerinden bir gün geçmeden kral öldürüldü ve Dârâ'nın ordusu Babil'e girerek şehri tamamen ele geçirdi.
Dârâ'nın bu zaferi sonucunda Babil, Med Pers imparator­luğuna bağlı bir eyalet haline gelmiştir.
Danyal'a dayandırılan bu rivayetin aslı var mıdır? Bu me­selede kesin bir karara varmak güç görünmektedir. Bunun sebebi de, sözkonusu sahifenin Babil'in fethinden uzun süre sonra telif edilmiş olmasıdır. Bu sözümüzle, sözkonusu riva­yetin o geç dönemde uydurulmuş olduğunu söylemek iste­miyoruz. Çünkü rivayete konu olan olayın geçmiş bir dö­nemde yaşanmış olması da muhtemeldir. Eğer böyle ise, riva­yete konu olan olay nedir? Modern araştırmacılardan bazıla­rı, en doğrusunun bu rivayete konu olan olayın araştırılması olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda sözkonusu komplonun araştırılması gerekecektir. Babil kralına karşı bu tür bir komplo düzenlenmiş ise, onun en azılı düşmanlarını tesbit etmek lazımdır. Çünkü sözkonusu komplonun bunlar tara­fından düzenlenmiş olması kuvvetle muhtemeldir. O dönem­de şehir halkı arasında bu özelliğe en çok sahip olanlar yahûdîlerdir. Rivayette de bunu ima edecek şekilde Kral'ın Kutsal Mabed'den gaspedilmiş kadehte şarap içmek istediği belirtil­mektedir. İsrail Mabedi'ni aşağılamaya dönük bu hareket en çok kimi rahatsız edecekti? Elbette yahûdî cemaatinin ileri gelenlerini. Bu durumda sözkonusu komplonun esas unsur­ları ortaya çıkmaktadır. Belki sarayın duvarına sözkonusu uyarıyı gizli bir elle yazdıranlar da onlardı. Ama onlar bunu itiraf etmemekte, aksine kendilerini desteklemeye dönük bir mucize olarak takdim etmektedirler. [60]

KUR'ÂN VE TARİHTE KÜRUŞ


“Zülkarneyn” lakabıyla ilgili meselenin tamamen çözüldüğünü düşünüyoruz. Bu lakabın, İmpara­tor Küruş için kullanılmış olması noktasında hiç bir kuşku yoktur. Ahd-i Atîk'in konuyla ilgili nakillerini tama­men gözardı etsek bile, Kûruş'un kendi heykeli görüşümüzü destekleyen elle tutulup gözle görülen somut bir delildir. Bu noktaya ulaştıktan sonra incelememiz gereken husus, Küruş hakkında bilinenlerin Kur'an'da anlatılan özelliklere uyup uymadığıdır. İlerleyen sayfalarda sözkonusu bilgilerin Kur'an'da anlatılan özelliklere aynen uyduğunu göreceğiz.
Zülkarneyn hakkında Kur'an'da verilen bilgileri daha ön­ce özet olarak aktarmıştık. Burada bu özellikleri detaylandırarak anlatmak istiyoruz. [61]

Yeryüzünde İktidar Sahibi Olması


Kur'an'ın Zülkarneyn hakkındaki ilk nitelemesi, şu ayette gö­rülmektedir:
“Biz ona yeryüzünde sağlam bir iktidar verdik ve ona herşeyden bir yol (sebep) verdik.” [62] Aye­tin açılımı şöyle yapılabilir: Ona kudret ve saltanatta sağlam­lık verdik. Yönetim ve egemenlik için gerekli her tür araç ge­reç ve şartları hazırladık. Kur’an’ın üslup özelliklerinden biri de şudur: Herhangi bir şahsın başarı ve iktidarı doğrudan Al­lah'a dayandırıldığında, o kimse için alışılagelmişin dışında olağanüstü bir takım değerler sözkonusu olur. İşte bu neden­ledir ki o, Allah'ın vergisi ve katından özel bir rahmeti olmuş­tur. Örneğin Yusuf sûresinde de benzer bir nassa rastlamak­tayız:
“İşte bu şekilde Yusuf'a yeryüzünde sağlam bir iktidar verdik.” [63] Bunun açılımı şudur: Biz Yusuf'a Mı­sır'da sarsılmaz bir iktidar verdik. Yusuf (as) işte bu sayede inanılmaz bir şekilde yükselerek Mısır sarayında yönetime gelmiştir. Bunun Allah'a nisbet edilmesi, sözkonusu yükseli­şin O'nun nimeti sonucu olmasındandır. Nitekim Allah onu hapishaneden çıkartarak vezirlik tahtına oturtmuştur. Zül­karneyn hakkında benzer ifadelerin kullanılması, onun da ik­tidara olağandışı yollarla geldiğini göstermek içindir. Zülkar­neyn, sahip olduğu bu iktidarı doğrudan Allah'a borçlu ol­muştur.
Kûruş'a bu açıdan baktığımızda, bir ressamın onun resmi­ni aynen Zülkarneyn için çizdiğini görür gibi olmaktayız. Hayata başlangıcı akıllara durgunluk veren olaylarla dolu­dur. Öyle ki efsaneleştirilmesi bile mümkün olmuştur. Daha doğmadan anne tarafından dedesi, onun azılı düşmanı olmuş ve onu yoketmek istemiştir. Ama dedesinin onu öldürmekle görevlendirdiği şahsın kalbi, bebeğe karşı şefkat ve rahmetle dolmuş ve adam ona kıyamayarak ölümün pençelerinden uzaklaştırmıştır. Sonrasında ormanlar, çöller ve dağlarda ge­çen çocukluk ve gençlik günleri gelmektedir. Ömrünün ba­harını meçhul bir çoban olarak geçirmiştir. Ancak bir gün her şey değişmeye başlamış ve ummadığı bir anda gelişen şartlar kendisini iktidar için çalışmaya sevketmiş ve rakipsiz olarak tahta oturmuştur. Normal bir insanın hayatında bu tür geliş­meler olması kolay rastlanır bir durum değildir. Bu gerçekten ilginç ve tuhaf bir durumdur. [64]

Her Türden Vasıtayla Donatılması


“Ve ona herşeyden bir yol (sebep) verdik.” Ayetin açılımı şöyledir: Başarması için ona her türlü aracı verdik. Ayette anlatılanlar, tarihte yaşananlara ne kadar da uymaktadır. Dün meçhul bir çoban olan bir genç, bugün kraliyet tahtında otur­maktadır. İhtiyaç duyduğu her türlü maddi ve manevi araç­lara fazla uğraş vermeden ulaşmaktadır. Yunanlı tarihçiler şöyle derler: Bütün Pers kabileleri, ona itaat etmeye kendilik­lerinden ve ittifakla karar vermişlerdir. Sonuçta İran tarihin­de ilk defa birleşik bir krallık oluşmuştu. Ardından da tarih­te emsali görülmemiş dev ordular kurulmuştu. [65]

Batı Seferi


Kur'an, Zülkarneyn'le ilgili olarak üç büyük görevden sözetmektedir.
Bunlardan ilki “Güneşin battığı yer”de olmuştur. “Güne­şin battığı yer” ifadesinden açıkça anlaşılan, güneşin battığı yön, yani Batı'dır. Bunun anlamı, güneşin gerçek anlamda battığı yer değildir. Çünkü böyle bir mekan asıl itibarıyla mevcut değildir. Dünya dillerinin hemen hepsinde Batı ve Doğu kavramları ile güneşin battığı ve doğduğu yön kasdedilir. Ahd-i Atîk'te de benzer ifadeler görmekteyiz. Örneğin Zekeriya'nın Sahifesi'nde Halkların Rabbi şöyle buyurmakta­dır:
“Halkımı, güneşin doğduğu beldeden ve güneşin battığı beldeden kurtaracağım.” [66] Burada kasdedilen iki belde, Mısır ve Babil'dir. Filistin'e göre Mısır Batı, Babil ise Doğu'dur. Bizce gayet açık olan bu hususu fazla incelemeye ge­rek yoktur. Ancak böylesine açık bir konu bile müfessirlerin lüzumsuz merakları yüzünden karmaşık hale gelmiştir! Bazı­larına göre Zülkarneyn, güneşin hakikaten doğduğu toprak­lara ulaşmıştır!
Sonuç itibarıyla Kûruş'un ilk görevi Batı'da gerçekleşmiş­ti. Bu, hiç kuşkusuz Lidya seferiydi. Çünkü Kuzey İran'dan Anadolu'ya gidildiği zaman tam anlamıyla Batı'ya doğru yü­rünmüş olmaktadır.
Daha önce de gördüğümüz gibi Küruş İran tahtına oturur oturmaz Anadolu'da yerleşik Lidya Kralı Kroesus İran topraklarma saldırmaya başlamıştı. Lidya Krallığı'nın başkenti Sardcis şehriydi. Bu iki krallık arasında Kûruş'tan önce de sa­vaşlar olmuştu. Sonunda Kroesus'un babası Kûruş'un dedesi Astyages ile barış yapmıştı. İki krallık arasındaki ilişkileri pe­kiştirmek için akrabalık bağları da kurulmuştu. Ama Kroesus, birleşen Med ve Pers krallıklarındaki bu gelişmeyi kıs­kandığı için bütün bağ ve hısımlıkları çiğnemişti. Önce Babil, Mısır ve Sparta yönetimlerini yeni imparatorluğa karşı tahrik etmişti. Sonra da ansızın yaptığı bir saldırıyla sınır bölgesin­de bulunan Pteria şehrini ele geçirmişti..
Bütün bu gelişmeler, Kûruş'u kendisine çekilen kılıca kar­şılık vermek zorunda bırakmıştı. Nitekim başkent Hemedan'dan yola çıktı ve yıldırım gibi düşmanın üzerine çöktü. Savaş çok kısa sürdü. Bütün Lidya krallığı Kûruş'un ayakla­rı altına serildi. Bu seferde sadece şu iki kentte çatışma ol­muştu: Pteria ve Sardeis.
Herodotos bu iki savaşın ayrıntılarını tatminkâr bir şekil­de vermektedir. Kûruş'un zaferi, hiç kimsenin ummadığı bi­çimde çabuk olmuştu. Pteria savaşının sona ermesinin üze­rinden sadece ondört gün geçtikten sonra Lidya'nın muhkem başkenti Sardeis Kûruş'a teslim olmuştu. Kral Kroesus, artık bir esirdi. Anadolu Kûruş'un egemenliğine girmişti. Akde­niz'den Karadeniz'e uzanan büyük bir coğrafya yeni impara­torun topraklarına katılmıştı. Ama Küruş, Sardeis'i alınca durmadı.
Ordusuyla birlikte daha ilerilere gitti ve Ege sahillerine kadar ulaştı. Artık durma zamanı gelmişti. Oniki asır sonra yaşayan müslüman fatih, Musa b. Nusayr nasıl Afrika'nın Kuzey sahillerinde durmuşsa, Küruş da Ege sahillerinde durdu.
Küruş, ordusuyla birlikte Hemedan'dan Sardeis'e kadar 1400 mil gitmişti. Denizin üzerinde yürümek mümkün olma­dığı için sahilde durmuş ve orada güneşin Körfez'de batışını izlemişti. Burası, Küruş için güneşin battığı yerdi. [67]

Kara Çamur Bir Gözede Batan Güneşi Görmesi


Bunu anlamak için Batı Anadolu'nun sahil haritasını önümü­ze koymamız gerekir. Bu haritaya dikkatle baktığımızda, sa­hilin ardarda gelen körfezlerden oluştuğunu görürüz. Özel­likle İzmir yakınlarındaki Smyrna'da eski İzmir Körfez göz şeklini almaktadır. Lidya başkenti Sardeis Batı sahiline yakındı. Bugünkü İzmir'den de çok uzak değildi. Bu noktada şunu söyleyebiliriz ki Küruş Sardeis'i aldıktan sonra Ege de­nizi sahiline gitmiş ve sahilin göz şeklini aldığını görmüştür. Sahilden akan sular yüzünden körfezin suyu iyice bulanmış­tı. Küruş, güneşin batışını işte orada izlemişti. Kur'an'da
“Ve onu kara çamurlu bir gözede batmakta buldu.” [68] şeklinde zikredilen hadisenin aslı budur. Orada güneş ona, bulanık bir suda batıyor gibi görünmüştü.
Bilim kuralları gereği güneşin her hangi bir mekanda bat­ması mümkün değildir. Ancak bir sahilde durduğunuz za­man, onun ufukta yavaş yavaş battığını görebilirsiniz. [69]

Doğu Seferi


Kûruş'un ikinci görevi güneşin doğduğu yerde, yani Doğu'da idi. Herodotos ve Ctesies, Kûruş'un Doğu seferi hak­kında da bir çok bilgi vermişlerdir. Bu sefer, Lidya'nın fethin­den sonra Babil'in fethinden önce yapılmıştır. Her iki tarihçi de şöyle demişlerdir: “Sahra bölgesinde yaşayan bir takım barbar kabilelerin ayaklanmaları ve saldırıları üzerine Küruş onlara karşı bir sefer düzenledi.”
Bu ifade, Kur'an nassına da aynen uymaktadır:
“Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı ve onu güneşi, kendile­ri için ona karşı bir siper kılmadığımız bir kavim üzerine doğmakta iken buldu.” [70] Küruş, Doğu yönünde' insan hayatının rastlandığı son noktaya ulaştığında güneşin üzerlerine doğduğu, korunaksız insanların bulunduğu bir bölgeye ulaştı. Bundan anlaşılan, sözkonusu insanların evsiz göçebe topluluklar oldukları idi. [71]

Doğu'nun Göçer Kabileleri


Peki bu göçer kabileler kimlerdi? Yunanlı tarihçilerin yazdık­larından çıkan, bunların Baktrialılar olduklarıydı. Haritaya baktığımızda Kûruş'un gittiği Belh bölgesinin İran için Doğu'daki en uç nokta olduğunu görürüz. Çünkü Belh'ten son­ra dağlık bir kesim gelmekte ve yol tıkanmaktadır. Bu bölge­de yaşayan kabileler ülkenin Doğu sınırlarında taşkınlık yap­maktaydı. Küruş da ordusuyla Doğu seferine çıktı ve günü­müzde Mekran ve Belucistan olarak bilinen bölgeye girdi. [72]

Kuzey Seferi ve Yecüc Mecü'c İçin Yapılan Sed


Kûruş'un üçüncü büyük seferi Kuzey yönünde idi. O, bu dağlık bölgede bulunan beldelere saldıran Yecüc ve Mecüc topluluğunun önünü kesmek için bir sed yapmıştır. Bu sefe­rinde sağına Hazar denizini alan Küruş, Kafkas dağlarında bir dağ geçidiyle karşılaşmıştır.
Kur'an bu seferi şöyle zikretmektedir:
“İki seddin arasına kadar ulaştı, onların önünde hemen hemen hiç bir sözü anla­mayan bir kavim buldu.” [73] Bu insanlar, medeni­yetten uzak yaşayan dağlılardı. Eğitim öğretimden nasip al­mamış dil bilmez kimselerdi.
“İki sed” ile kasdedilen, Kafkas dağlarından oluşan bir bo­ğazdır. Kafkas dağ şeridinin sağında bulunan Hazar denizi Doğu yönündeki hareketi engelleyici bir sed niteliğindedir. Sol tarafında bulunan Karadeniz ise Batı yönündeki hareketi engelleyici bir sed niteliğindedir. Her iki seddin ortasında bulunan tek geçit ise Kafkas dağ silsilesidir. Bu dağlar da do­ğal bir duvar niteliğindedir. Kuzey'den gelenler için bu dağ­lık bölgede tek bir geçit bulunmaktaydı. Bir takım barbar top­luluklar bu geçitten sızarak aşağıda kalan beldelere saldırı­yorlardı. Küruş, işte bu geçidin üstüne demirden bir sed inşa etmiş ve saldırganların yolunu tıkamıştır. Bu sed sayesinde sadece Kafkas vadilerinde yaşayan toplumlar değil, Batı As­ya'da yaşayan bütün topluluklar huzur ve güvene kavuşmuşlardır. Bu sed sayesinde hem Batı Asya ülkeleri, hem de Mısır güvene girmiştir.
Haritaya baktığımızda şeddin altında Batı Asya'yı, üstün­de ise Hazar denizini görürüz. Karadeniz ise şeddin sağ tarafındadır. Kafkas dağları ise iki deniz arasında doğal bir sed konumundadır. Bu iki deniz ve Kafkas dağ zinciri, yüzlerce mile ulaşan doğal bir sed oluşturmaktaydı. Anılan geçit dı­şında Kuzey'den gelen saldırganların sızabilecekleri hiç bir boşluk yoktu. Küruş işte bu geçide yönelmiş ve orada demir­den bir sed inşa etmiştir. Bu sed, hem delinmesi, hem de tırmanılması mümkün olmayan bir seddi. Seddi bir anlamda Kuzey toprakları ile Batı Asya arasında sıkıca kapanmış bir kapı olarak da görebiliriz.
Zülkarneyn'in o geçit civarında karşılaştığı topluluklara gelince, bunların Yunanlı tarihçilerin belirttikleri gibi Kulşîler (Colhchians) olmaları muhtemeldir. Dârâ'nın kitabesinde “Koşiye” olarak anılanlar da bunlardır. Kûruş'a Yecüc ve Mecüc'ün saldırılarından yakınanlar işte bunlardır. Medeniyet­ten yalıtılmış oldukları için Kur'an tarafından “Hemen hemen hiç bir sözü anlamayan bir kavim” olarak tarif edilmişlerdir. [74]

Kur'an'da Zülkarneyn'in Ahlâkî Sıfatları


Burada Zülkarneyn'in ahlakıyla ilgili olarak Kur'an'ın haber verdiği hususları gözden geçireceğiz. Bu sıfatların ilki adalet duygusu ve tebaasına duyduğu sevgidir. Peki bu sıfatlar Kû­ruş'a ne kadar uygundur?
Kur'an Zülkarneyn'in Batı'da karşılaştığı toplulukla ilgili olarak şunu haber vermektedir:
“Onları ya azaba uğratırsın veya haklarında güzel bir yol tutarsın.” [75] Çünkü onlar, Zülkarneyn'in eline geçmişlerdi. Onlara istediği gibi davranabilir, azap edebileceği gibi güzel de davranabilirdi.
Burada bahsedilen hiç kuşkusuz Lidya topraklarında ya­şayan Yunan halkıydı. Kralları Kroesus Kûruş'un toprakları­na saldırmış, anlaşma ve akrabalık bağlarını ayak altına almıştı. Hatta kendi saldırısıyla yetinmemiş komşu devletleri de Küruş aleyhine kışkırtmaya çalışmıştı. Oysa şimdi bütün yaptıkları boşa gitmiş, kendi kazdığı kuyuya düşmüştü. Küruş, işlediği suçlardan dolayı onu ve halkını cezalandırabilir­di. Böyle yaptığı takdirde de kınanmazdı. Çünkü buna hakkı vardı. Nitekim Kur'an da yukarıdaki nassı ile bunu bildir­mekteydi.
Peki Zülkarneyn bu insanlara ne yapmıştır? O, şöyle de­miştir: Size hakkaniyet sınırları içinde davranacağım. Çünkü ben, zulme meyledenlerden değilim!
“Kim zulme saparsa biz onu cezalandıracağız, sonra da Rabbine döndürülür, O da ona görülmemiş bir azapla azap eder. Kim de iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz.” [76] Ayetlerin açılımını şöyle yapabiliriz: Daha önce yaptıkları kötülüklerden dolayı kimseyi suçlamam. Bunları görmezden gelip affederim. Kim bundan sonra bir kötülük işlerse, yaptığının karşılığını bulacaktır. Böyle biri öldükten sonra Allah'ın huzuruna çıkacak ve O da kendisini daha ağır bir şekilde cezalandıracaktır. Kim de iyilik yapar ve emirleri­me uyarsa, ona da güzellikle muamele edeceğim. Yunanlı ta­rihçilerin Küruş hakkında anlattıkları da bundan ibarettir. Yaşadığımız çağın tarihçileri de bunu tartışılmaz ve su götür­mez gerçekler olarak görmektedirler.
Yunanlı tarihçilerin tamamına göre Küruş, Lidya'yı fet­hettikten sonra sadece adil davranmakla kalmamıştır. Aksine daha da ileri giderek mert, hoşgörülü ve cömert davranmış­tır. Eğer sadece adil davransaydı, düşmanlarını cezalandır­ması gerekirdi. Çünkü onlar kendi topraklarına saldırmış suçlulardı. Fakat Küruş adalet sınırında durmayarak daha üste, insanlığın ulvî değerlerine çıkmıştır.
Herodotos der ki: Küruş, askerlerine silahlı düşmanları dı­şında hiç kimseye silah kullanmamalarını emretmişti. Düş­man askerleri arasında mızrağını indirenleri de öldürmemelerini buyurmuştu. Yenik kral Kroesus'la ilgili olarak da ken­disi saldırsa dahi hiç kimsenin onu incitmemesini emretmiş­ti. Kûruş'un ordusu emirlerine sonuna kadar bağlı kalmıştı. Öyle ki Lidya halkının savaştan ve yönetim değişikliğinden haberleri bile olmamıştı.
Bu bağlamda unutmamamız gereken bir nokta da şudur: Kûruş'un zaferi, Yunan tanrıları için çirkin bir yenilgi niteli­ğindeydi. Çünkü bu tanrılar, ihlaslı kulları Kroesus'u bu acı sondan kurtaramamışlardı.
Yunanlı tarihçiler konuyla ilgili olarak şunu kaydetmişler­dir: Kroesus, Kûruş'un topraklarına saldırmadan önce tanrı­lara danışmak üzere uyumuştu. Gaibden fısıldayan Delphi, rüyasında krala büyük bir zafer müjdesi vermişti. Ancak Delphi'nin kehanetinin aksi çıkıp Kroesus büyük bir yenilgi­ye uğrayınca Yunanlılar'ı utanç kapladı. Bu açık hezimeti, tanrılarının dinsel bir zaferi olarak takdim edebilmek için türlü zorlama ve açıklamalara giriştiler. Herodotos, Lidya halkının bu yenilgiden sonra şunu iddia ettiklerini bildirmek­tedir: Delphi aslında söylediğinde yanılmamıştı. Yanılan, onun sözünü yanlış anlayan Kral Kroesus'tu! Çünkü Delphi ona şöyle demişti: “Eğer Kroesus Persler'e hücum ederse gör­kemli bir memleketi yıkacaktır!” Onun asıl kasdettiği, Lidya memleketi idi. Ama Kroesus savaş heyecanı ile sözünü yan­lış anlayarak Pers memleketinin yıkılacağını sanmıştır!
Yine iddialara göre Küruş, Kroesus'un altındaki odun kü­tüklerinin tutuşturulmasmı emrettiğinde Kroesus bir filozo­fun kendisine söylediği bir sözü hatırlayarak tebessüm etmiş­ti. Onun bu davranışı Kûruş'a haber verildiğinde İmparator bundan etkilenmiş ve ateşin derhal söndürülmesini emret­mişti. Ama odunlar tutuşmuştu ve bir türlü söndürülemiyordu. İşte o anda Kroesus tanrı Apollo'ya seslenmişti. Gökyü­zünde bulut olmamasına rağmen birden yağmur başlamış ve ateşi söndürmüştü. İnsanların aciz kaldıkları şeyi tanrılar yapmış ve Kroesus'u kurtarmışlardı!
Bunlar Lidya halkının iddialarıdır. Herodotos ve Xenophon'un söylediklerine döndüğümüzde işin içyüzünü ve ger­çeğini öğrenmekteyiz. Buna göre Kroesus yüreği tanrıların zafer müjdeleriyle iyice dolduktan sonra saldırma kararı al­mıştı. Zafer müjdesi savaştan hemen önce halk arasında ya­yılmıştı. Küruş, halkın bu batıl inanışlarının boş olduğunu ve tanrı olarak bildikleri şeylerin kendilerine yardım etmekten aciz olduklarını göstermek istedi. Onlara göstermek istediği, tanrıların sevdikleri birini dahi yanmaktan kurtarmayı başa­ramayacakları idi. İşte bu nedenle kütükleri istif ettirerek te­pesine de Kroesus'u oturttu. Sonra da odunları tutuşturmala­rını emretti. Böylelikle Lidya halkı kendi tanrılarının ne ka­dar çaresiz ve güçsüz olduklarını göreceklerdi. Krallarını kurtaracak bir mucize de olmamıştı. Yandığı zaman rüzgar­ların savurduğu bir kül yığınına dönüşecekti. Lidya halkının bu hakikati farkettikierini anladığı anda ateşin söndürülme­sini emretti. Yenik düşmanı da böylelikle canını kurtarmış ol­du. Yunan mitolojisinde anlatılan bu Apollo mucizesi, asıl iti­barıyla Kûruş'un ispatlamaya çalıştığı bir hakikate işaret et­mektedir. Sonraki insanlar, bunu çarpıtarak Kûruş'un mesa­jını saptırmaya çalışmış ve bu efsaneyi uydurmuşlardır.
Kur'an'da Zülkarneyn'in şöyle dediği bildirilmektedir:
“Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz.” [77] Bu ayetin açılımını şöyle yapabiliriz: Eğer halk iyi davranırlarsa, benim uygulamalarımda onları üzecek ve zorlayacak bir şey olmadığını göreceklerdir. Yunanlı tarihçiler, Kûruş'un Lidya halkıyla ilgili uygulamalarının da aynen böyle olduğunu kaydetmektedirler. O, mağlup halklara karşı şefkat ve merhamet dolu bir şahsiyetti. Hatta önceki yöneti­min koyduğu ağır vergileri kaldırırdı. Dönemin kralları ge­nelde tebaalarına çok ağır vergiler koyarlardı. Kûruş'un emirlerindeki kolaylık ve yasalarındaki merhamet, krallığın­da yaşayan insanlar için huzur ve refahla dolu yeni bir döne­min de kapılarını açmıştı. [78]

Kûruş'un Genel Özellikleri


Kûruş'un Batı seferindeki uygulamaları yukarıda gördüğü­müz gibiydi. Peki bir kral olarak ne gibi özellik ve alışkanlık­ları vardı? Bu konuda Yunanlı tarihçiler neler aktarmıştı? Bu özellikler Kur'an'da Zülkarneyn'le ilgili anlatılanlara uygun muydu?
Bu noktada bir gerçeği unutmamamız gerekir. Bu gerçek şudur: Küruş hakkında bilgi veren Yunanlı tarihçilerin üçü de, Kûruş'un tebaasından değildi. Onunla aynı dini de pay­laşmıyorlardı. Bu tarihçiler Yunan kökenli idiler. Bu kimse­ler, Kûruş'un hayranı veya dostu da değillerdi. Aksine Kû­ruş'un Lidya'yı fethetmesi, Yunan ulusu, Yunan Medeniyeti ve Yunan dini açısından acı bir hezimetti. Kûruş'un halefleri olan Dârâ ve Artaxerxes de Yunan topraklarına hücum etmiş­ler ve bu yüzden iki halk arasında köklü bir düşmanlık oluş­muştur.
Sözkonusu tarihçiler kitaplarını Artaxerxes ve sonrasında yazmışlardır. Kitaplarını yazdıkları dönem Yunan ulusunun milliyetçi duygularının alevlendiği bir dönemdi. Yunanlı şa­irler, yazdıkları şiirlerde sürekli Pers düşmanlığını işlemek­teydiler. O dönemde yazılmış şiirlerin bir çoğu günümüze de ulaşmıştır. Böylesine tarihsel ve sosyal şartlarda Yunanlı bir adamdan, can düşmanı sayılabilecek biri hakkında methiye­ler düzmesini beklemek ne kadar akılcı olur?
Yunanlı bir yazar, kalemini nasıl halkının can düşmanını övmek için oynatabilir? Bütün bunlara rağmen her üç tarihçi de (Herodotos, Xenophon ve Ctesies) Kûruş'un olağanüstü azametini ve eşsiz ahlâkî erdemlerini açık yüreklilikle dile getirmişlerdir.
Bu, Kûruş'un erdemlerinin hiç kimse tarafından inkar edi­lemeyecek ve sorgulanamayacak derecede şöhret ve yaygın­lık kazandığının en açık delilidir. Onun bu özelliklerini dost­ları gibi düşmanları da ikrar etmek durumunda kalmışlardır. Bu bağlamda anlamlı bir deyiş dile getirilir: “Gerçek güzel, kumalarının lehinde şahitlik ettikleri hanımdır.” İnsanların değerlendirilmesinde aslolan, düşmanların şahitlikleridir.
Herodotos der ki:
“Küruş çok değerli, cömert ve gayet hoşgörülü bir kraldı. Diğer krallar gibi servet avcısı değildi. İkramsever ve bağış­çıydı. Zulme uğrayanlara adalet dağıtır, insanlığın hayrına olan her şeyi severdi.”
Xenophon der ki:
“Küruş, akıllı ve merhametli bir kraldı. Krallara yakışan onur ve filozoflara yakışan bir hikmetle donanmıştı. Çabası, ululuğunu daha da yüceltmekti. Cömertliği, öfkesini bastırır­dı. İlkesi, insanlığa hizmet ve mazlumlara adalet götürmekti. Kibir ve gururun yerini onda tevazu ve hoşgörü almıştı.”
Ctesies ise şöyle der:
“O, servetin kralların refahı için değil halkların hizmeti için olduğuna inanırdı.” [79]

Kûruş'un Kişiliği


Sozkonusu tarihçilerin sayfalarında en çok dikkatimizi çe­ken, Kûruş'un kişiliğindeki üstünlük ve eşsizliktir. Üçü de, bu kişiliğin o asra ait bir özellik olmayıp eşsiz olduğunu vur­gulamıştır. O, bu kişiliğiyle çağdaşlarını aşmış bir portreye sahiptir. Hiç bir hocadan ders almamış, hiç bir filozof tarafın­dan eğitilmemiş, uygar bir merkezde büyümemiştir. O, tabi­atın kucağında fıtrî olarak yetişmiş, eğitimini Hikmet-i Ezelî okulunda almıştı. Hayatının ilk günleri çöllerde ve dağlarda geçmişti. Uzun zaman Doğu İran'ın çobanlarından biri ola­rak yaşamıştı. Bu çoban, dünya gündemine geldiğinde yöne­timde en üstün, hikmet ve erdemde en büyük kişilik olarak tanınmıştı.
Büyük İskender Aristotales'in ellerinde büyümüştü. Kuşkusuz o da büyük bir fatihti. Ama insanlık ve ahlâkın hangi şubesini fethetmişti? Kûruş'un Aristotales gibi bir ho­cası olmamıştı. O, insanların okullarında değil tabiat okulunda yetişmişti. Buna rağmen İskender gibi sadece ülkeleri kazanmakla yetinmemiş, insanlık ve erdem krallığını da ka­zanmıştı.
İskender'in fütuhat yılları, onun ömrüyle sınırlı kalmışken Kûruş'un fütuhatıyla kurduğu kaleler iki asır boyunca tarihe meydan okuyarak ayakta durmayı başarmıştır. İskender son nefesini verirken kurduğu imparatorluk dağılmaya başlamış­tı. Ama Küruş bu dünyadan ayrıldıktan sonra bile, ülkesinin sınırları genişleme ve büyüme eğilimindeydi. Eski Dünya'da fethetmediği bir Mısır kalmıştı. Onu da oğlu fethetmiştir. Ölümünden birkaç yıl sonra Antik Çağ'ın şahit olmadığı bü­yüklükte bir imparatorluk kurulmuştu. Bu imparatorluk, As­ya ve Avrupa kıtalarında yirmisekiz bölgeyi ve Afrika'da da Mısır'ı yönetmekteydi. Devletin başında ise tartışmasız tek bir şahıs, yani Kûruş'un halefi Dârâ vardı.
İskender'in fetihleri maddi fetihlerdi. Kûruş'un fetihleri ise hem maddi, hem de manevi boyutlara sahipti. İlkinin fe­tihleri kısa sürede başını kaldıranlarla karşılaşırken diğerinin fetihleri uzun yıllar sarsılmadan dimdik durmuştur. [80]

Modern Dönem Tarihçilerinin Görüşleri


Kûruş'la ilgili bu gerçekler, çağımız tarihçileri tarafından da dile getirilmiştir. Örneğin Oxford Üniversitesi Antik Çağ uz­manlarından Prof. G. R. Grundy Great Persian War adlı eserin­de şöyle demektedir:
“Kûruş'un başarısı, gerçekten çok büyüktü. On iki yıl ön­ce meçhul bir prensliğin Anşân başında bulunan meçhul bir prens, kısa sürede eski dünyanın büyük halklarına ait iktidar merkezlerinin boyun eğdikleri bir imparator olmuştu. O dö­nemde yeryüzünün sahibi olduklarını iddia eden devletler­den hiç biri, Küruş karşısında liderlik iddiasında bulunama­mıştır. Efsanevi Kral Sargon'dan Babil imparatoru Nabukadnazar'a kadar bütün liderler, bu yeni ve erdem sahibi impa­ratorun önünde yere kapanmışlardır.”
“Küruş sadece büyük bir fatih değildi. Aynı zamanda bü­yük bir idareci idi. Onun açtığı yeni çığır dönemin insanları tarafından kabul edilmekle kalmamış, sevinçle karşılanır ol­muştur. Babil'i fethettikten sonraki son on yılında geniş im­paratorluğunda tek bir ayaklanma dahi olmamıştır. Evet, te­baası ondan çekiniyordu. Ama katılığından korkmuyorlardı. Çünkü onun yönetiminde katletme, soyma ve gaspetme gibi cezalara yer yoktu. Suçlular katledilmiyordu. Katliam emirle­ri verilmiyordu. Onun imparatorluğunda yaşayan halklar, tehcir edilmekten ve sürülmekten de korkmuyorlardı. Her yere hakim olan barış ve güvenlikti. Ülkesinde refah ve huzur egemendi. Asur ve Babil krallarının zulüm ve baskılarına son vermişti. Sürülmüş halkları anavatanlarına tekrar yerleş­tirmişti. Onların tanrılarına ve mabedlerine de saygı göster­mişti. Din ve inançlara baskı uygulanması tamamen son bul­muştu.”
“O, adaleti bütün halklara bahsetmişti. Bütün din ve mez­heplere özgürlük tanımıştı. Geçmişteki korkunun yerini ge­nel bir adalet, hoşgörü ve tam bir eşitlik almıştı.” [81]
Bakınız, Kur'an'ın özetle bildirdiği hususlar, çağımız ta­rihçileri tarafından nasıl detaylı anlatılmaktadır? Onun erdem ve faziletleri nasıl bir bir sıralanmaktadır? [82]

KUR'ÂN'DA GEÇEN İNANÇLAR VE KÜRUŞ


Zülkarneyn'in sıfatlarıyla ilgili olarak dikkatimizi çe­ken son ve en önemli husus, Allah'a kulluk ve ahiret inancındaki samimiyetidir. Kur'an'ın bu konuda bil­dirdiklerine bakıyor ve şunu sormak istiyoruz: Küruş, bu bakımdan da Zülkarneyn'le ilgili anlatılanlara sahip miydi?
Bize göre bütün delil ve veriler bunu göstermektedir.
Konuyla ilgili olarak karşımıza çıkan ilk husus, bu konu­daki yahûdî inanışının nasıl şekillendiğidir.
Yahûdî kutsal metinleri Kûruş'un vadedilmiş bir mesîh olduğunu açıkça bildirmektedir. Onlara göre Allah Kûruş'u iradesini uygulaması ve hoşnutluğunu tamamlaması için göndermişti.
Bilindiği üzere yahûdîlerin putperest bir kişilik için böyle bir inanca sahip olmaları mümkün değildir. Bu durumda Kû­ruş'un Allah'a inanan ve O'nu birleyen biri olması gerekmek­tedir.
Yahûdîlerin kendi ırklarından olmayanlara karşı sahip ol­dukları tutuculuk ve yanlı yaklaşım herkesin malumudur. Böylesine tutucu bir toplumun, kendilerinden olmayan biri­nin değer ve şerefini ikrar etmeleri onlar için çok zordur. Ni­tekim İslam davetinin ilk döneminde Allah Resûlü'nün risaletini ikrar etmeyişlerinin en mühim sebebi, O'nun yahûdî asıllı olmayışıydı. Kur’an’ın bildirdiğine göre kendi araların­da şöyle demekteydiler:
“Ancak sizin dininize tâbi olanlara inanın!” [83] Bütün bunlara rağmen, yahûdî asıllı olmayan Kûruş'u kabullenmiş, hatta daha da ileri gide­rek peygamberlerinin diliyle vadedilmiş bir mesih olduğunu söylemişlerdir. Bu gerçek bizi, Kûruş'un inancında yahûdîlerin hoşgördükleri birtakım unsurlar bulunduğu fikrine götürmektedir. Yahûdî olmayanlara karşı bilinen tutucu tavır­larını sergilemeyerek onun üstünlüğünü itiraf etmelerinin se­bebi bu olsa gerekir. Bir insanın kendine iyilik edeni övmesi ve ona saygı göstermesi gayet tabiî bir davranıştır. Yahudile­rin de, kendilerini zillet ve esaretten kurtaran bu kralın ulu­luğunu dillerinden düşürmemelerine şaşmamak gerekir. Bu noktada dinine de bakmayabilirlerdi. Ama yahûdîler, onun İsrail'in Rabbi tarafından gönderilmiş ve Rabb'in yakın çev­resinden olduğunu söylemişlerdir. [84]

Zerdüşt Dini


Kûruş'un dinsel inanışlarıyla ilgili bilgilerimiz nelerdir?
Tarihsel verilere baktığımızda Kûruş'un neredeyse kesin olarak Zerdüşt'ün getirdiği dine inandığını söyleyebilmekte­yiz. [85]

ZERDÜŞT'ÜN ORTAYA ÇIKIŞI


Zerdüşt'ün tam olarak ne zaman ve nerede ortaya çık­tığını bilmemekteyiz. Yunanlı tarihçiler, M.Ö. üçüncü ve ikinci yüzyılda Zerdüşt'ün ortaya çıkış tarihi hak­kında yaygın bir kanaatin varolmadığını söylemiş ve şunu ifade etmişlerdir: Onun çıkışının üzerinden binlerce yıl geç­miştir. Bir tarihin uzaklığını belirtmek için bu tür ifadelerin kullanıldığını bilinen bir gerçektir. Ancak modern tarihçiler bu ifadenin mübalağalı olduğunu belirtmektedirler. Onlara göre Zerdüşt'ün bu kadar geç bir dönemde yaşamış olması mümkün değildir. Prof. Gildner, Zerdüşt'ün ortaya çıkışının milattan önce altı asırdan öte gitmediğini söylemiştir. Bir çok bilgin de bu görüşü kabul etmiştir. Onun görüşünü doğru ka­bul ettiğimizde, Zerdüşt'ün Kûruş'la çağdaş olması gündeme gelmektedir.
Zerdüşt'ün nerede ortaya çıktığı meselesine gelince bilim çevrelerinde tercih edilen görüş, Kuzey İran'da yani bugün­kü Azerbeycan'da [86] ortaya çıktığıdır. Avesta'da bu ülkenin adı “İryânâvîgû” [87] kelimesiyle kaydedilmiştir. Bu da 'Görü­nen İryânâ'nın toprağı anlamına gelmektedir. Gildner şöyle demiştir: Şehnâme'nin görüşünü esas aldığımızda Yunanlılar'ın Hystaspes dedikleri kişi ile kastedilenin Dârâ'nın baba­sı olduğunu söylememiz gerekmektedir. Zerdüşt, ister Küruşla aynı dönemde, ister ondan bir süre önce ortaya çıkmış olsun, Kûruş'un onun dinine mensup olup olmadığı husu­sunda kuşkularımız vardır.
Söylediklerimizi destekleyecek tarihsel veriler bulunma­maktadır. Ama tarihsel metinlerden elde edilen çıkarsamala­ra baktığımızda bu görüşe varmamızı engelleyen bir şey de görünmemektedir.
Bu bağlamda iki tarihsel olay üzerinde düşünebiliriz. Bun­ların ilki Gaumata'nın başlattığı ayaklanmadır ki, Kûruş'un ölümünden sekiz yıl sonra gündeme gelmiştir. İkincisi de ka­yalar üzerine yazılı Dârâ kitabeleridir ki bunlarda da onun dinî inançlarına işaretler vardır.
Tarihçiler, Kûruş'un M. Ö. 529 yılında öldüğü ve oğlunun halefi olduğu hususunda görüşbirliği içindedirler. Oğlu Cambyses, M. Ö. 525 yılında Mısır'ı fethetmiştir. Kendisi Mı­sır'da iken Med diyarında Gaumata adında bir şahıs ayaklan­ma başlatmıştı. Gaumata, kendisinin Kûruş'un ikinci oğlu Bardisa Smerdis olduğunu iddia ediyordu. Halbuki bu çocuk daha önce ölmüştü, Cambyses, ayaklanmayı bastırmak için Mısır'dan ayrıldı. Ama Şam'da öldü. Onun ölümüyle Kû­ruş'un soyu da kesilmişti. Bunun üzerine tahta amcasının oğ­lu Dârâ geçti. O, ayaklanmayı bastırdı ve liderini öldürdü. Tarihçiler, Dârâ'nın tahta oturuşunun M. Ö. 521 yılında oldu­ğu hususunda da görüş birliğindedirLer. Böylece onun döne­mi, Küruş'tan sekiz yıl sonra başlamış olmaktadır.
Yunanlı tarihçiler, Med ayaklanmasını eski dinlerine sahip çıkanların başlattıklarını bildirmektedirler. Dârâ da ayaklan­ma liderini eski Med dininin taraftarı anlamına gelen “Magus” [88] (Mûgûş) diyerek nitelemiştir. Bu dinin mensupları tara­fından çıkarılan ayaklanmalar süreki tekrarlamıştır. Nitekim ikinci ayaklanma da Magus liderliğinde başlamıştır. Bu kişi, Hemedan'da öldürülmüştür. Üçüncü ayaklanma, Şitert Khama tarafından başlatılmış, o da Erdebil'de idam edilmiştir.
Dârâ'nın kitabelerine gelince, şans eseri kayalara yazılmış olan bu kitabeler, İskender'in tahribatından kurtulmuştur. Bu kitabeler arasında en meşhur olanı, “Direksiz Kitâbe=el-Kitâbe min dûn 'amed” adını taşıyan kitabedir. Dârâ, bu kitabede tahta çıkışını ve Gaumata'nın liderliğindeki Mecûsi ayaklan­masını anlatmaktadır.
İstahr şehrinde büyük bir kaya kitabesi vardır. İmparator Dârâ bu kitabede, kendisine tâbi olan ülkelerin isimlerini kaydetmiştir. İşte bu kitabede “Ahura Mazda” ismi sık sık geçmektedir. Dârâ, başarıyla sonuçlanan bütün faaliyetlerin­de onun lütfuna işaret etmektedir. Bilindiği üzere “Ahura Mazda” Zerdüşt dininin ilahıdır.
Bu bağlamda unutmamamız gereken bir husus da Cambyses ya da Dârâ'nın yeni bir din seçtiklerine dair tarih­sel bir kaydın bulunmadığıdır. Tarihçi Herodotos Dârâ'nın ölümünden sonra M. Ö. 484 yılında doğmuştur. Tarihle ilgili kitabını da Dârâ'nın ölümünden yaklaşık elli yıl sonra yaz­mıştır. Dolayısıyla Dârâ ile Herodotos arasında uzun bir za­man dilimi geçmemiştir. Dârâ'nın dönemi kendisine yakın bir dönem olmasına karşın Dara’nın dinsel tercihi hakkında herhangi bir şey zikretmemiştir.
Peki bunun anlamı nedir? Cambyses ve Dârâ, Kûruş'tan sonra yeni bir din benimsemedilerse Dara’nın da Zerdüşt di­nine mensup olduğu kesinleşmiş olacaktır. Peki bu, Ahameni hanedanının Cambyses ve Dârâ'dan önce de Zerdüşt dini­ni benimsediklerini göstermez mi? Belki bu yüzdendir ki Kûruş'un ölümünden sonra eski dine mensup mecûsîler sürekli ayaklanmışlardır. Bu, Kûruş'un yeni dine yani Zerdüştlüğe sarıldığını göstermez mi? Eski dinin mensupları da din adına halkı sürekli tahrik etmiş ve ayaklandırmışlardır.
Kûruş'un kişiliği, çağının yerleşik akıl ve ahlâk temayülle­rine bir tür başkaldırı niteliğindeydi. Nitekim onun ahlâk ve maneviyat anlayışını ne Asurlular'da, ne Babilliler'de ne de Elâmlılar'da görmekteyiz. Bu durumda onun başka bir kay­naktan beslenmiş olması gerekmektedir. Bu kaynak, hiç kuş­kusuz Zerdüşt'ün ahlâkî öğretileri olmuştur. Zerdüşt'ün te­mel ahlâk esasları şunlardı: İyi niyet, iyi konuşma ve iyi işler yapma. Bunlar, Zerdüşt'ün ahlâk anlayışının temellerini oluşturmaktaydı. Buraya kadar tanımaya çalıştığımız Kû­ruş'un bu esaslardan yararlanmış olması kadar doğal bir şey görünmemektedir.
Zülkarneyn eğer Zerdüşt dinine mensup ise, Allah'a ve ahiret inancına sahipse, Kur'an'da belirtildiği gibi vahye de muhatap olmuşsa, bu durumda Zerdüşt dininin sahih ve ve semavi bir din olması gerekmez mi? Evet bu gerekir. Bu ge­rekliliği reddetmemizi icap ettirecek bir şey de ortada görün­memektedir. Bu durumda kesinleşen husus, Zerdüşt dininin tevhid ve ahlâk-ı fâzıla dini olduğudur. Ateşe tapmak ve dualizm Zerdüşlük'ten uzaktır. Bunlar, Med ülkesinin dini olan mecûsîliğin kalıntılarından olup geç dönemlerde Zerdüştlü­ğe de bulaşmıştır. [89]

ZERDÜŞT ÖNCESİ MED VE PERS DİNİ


Med ve Pers bölgesinde yaşayan ahalinin inanışları, antik çağda yaşamış diğer Arî toplumlarının ina­nışlarına benzemekteydi. Pers ülkesinde yaşayan Arîler, Hindistan'daki kardeşleri gibi önce tabiat güçlerine tapmaktaydılar. Ardından Güneş'e tapmaya başlamışlardı. Daha sonra da Güneş'in yerine ateşi koymuşlardı. Zira ateş tabiatı oluşturan maddi unsurlardan (=anâsır-ı erba'a) biri olup ışık ve ısının da kaynağı idi. Hintler ve Yunanlılar'ın ilah tasavvurlarında dualist bir yaklaşım vardı. Her iki top­lum da bir yanda iyiliği, bir yanda da kötülüğü temsil eden ilâhlar bulunduğuna inanırlardı. Ama İran zihniyeti ilâhî kudreti birbirlerini dengeleyen iki güce taksim etmişti: İyilik ilâhının gücü ve kötülük ilahının gücü. iddialarına göre iyilik ilâhının gücü insanlara her türlü mutluluğu sunarken, kötü­lük ilahının gücünden her türlü kötülük türerdi.
Eski İranlılar, ateşe tapmak için dağların tepelerinde kur­ban keserlerdi. Bu ayinleri, “Magus” denilen dinadamları yö­netirdi. Bu kelime daha sonra ateşe tapmanın adı olmuştur. Arapça ve İbranice'de “Mecûs” olarak bilinmiştir. Zerdüşt, Gatha kitabında Mecûsîler'e “Kârbân” ve “Kâvî” adlarını ver­miştir. Modern çağ dilbilimcileri Pehlevî dilindeki “Kârbân” kelimesinin muhtemelen “Kelebe” kelimesini gösterdiğini, bunun da dini ayin ve amelleri yerine getirmek anlamına gel­diğini söylemişlerdir. “Kâvî” kelimesi ise, Sanskritçe'deki “Kûvî” kelimesiyle aynı olduğu ve şair anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bu kelime Avesta dilinde sihirbaz için kulla­nılmıştır. Şair de bir büyücüdür ve sözüyle insanları büyüler.
Hindliler'in Veda kitaplarında gördüğümüz ibadet ve ayinlerin, Med ve Pers kabileleri arasında da bilindiklerini söyleyebiliriz. Mesela ayinlerde şarap içmek, dinsel bir figür­dü. Veda kitaplarında “Soma” olarak adlandırılan sarhoş edi­ci içki, Med ve Pers kültüründe “Haoma” olarak bilinmektey­di. Zerdüşt Avesta adlı kitabında bu içkiyle ilgili olarak Al­lah'a şöyle yakarmıştır:
“İlahım! Bu ülkenin ileri gelenleri ne zaman hidayeti sa­pıklığa tercih edecekler? İnsanlar ne zaman bu büyücülerin ve hokkabazların şerlerinden kurtulacaklar? İnsanları aldat­makta kullandıkları bu içkinin kökü ne zaman kazınacak, iz­leri ne zaman silinip atılacak?” [90]
Başka bir yerde ise şöyle demektedir:
“Şu yoldan çıkmış ve yoldan çıkaran kimseler, kurbanlar kesiyor, adaklar sunuyor ve bir de yaptıklarıyla övünüyor­lar.” [91]

Mazdeizm


Zerdüşt, insanları Mazdeizm'e yani Allah'a ortak koşma­yı ve putlara tapmayı haram kılan tevhid dinine çağırıyordu.
Zerdüşt mûgûşîlerin yani mecûsîlerin atalarının bütün inanışlarını batıl görmekteydi. O, bu bağlamda şöyle demiş­tir: Ne, hayır için bir çok manevi ruh, ne de şer için bir çok cin vardır. Aslolan tek ilahtır ve adı da Ahura Mazda'dır. O'nun benzeri yoktur. Bir ve tektir. Yücedir ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Hak ve Nur'dur. Hikmet, kudret ve yaratma gücü­nün sahibidir. Mülkünde ve rabliğinde hiçbir şey O'na ortak olamaz. Hayrı yarattığı iddia edilen manevî ruhlar, gerçekte hayrı yaratmış değillerdir. Aksine bizzat kendileri Ahura Mazda tarafından yaratılmıştır. Bunlar “Yezata” adıyla bili­nen meleklerdir. Avesta'nın Gatha adlı bölümünde bir çok melek ismi görmekteyiz. Asha, Armaiti, Ameratat ve Vahu Menah bu meleklerden bazılarıdır. Avesta'dan sonraki kitap­larda da bir çok melek ismi zikredilmiştir. Persler, gün ve ay isimlerini bu meleklerden esinlenerek koymuşlardır.
Zerdüşt, şer için belli bir ilah olmadığını açıklayarak, şer­ri telkin eden bir fılısdayıcının şeytan bulunduğunu söyle­miştir. Şeytan için konulan Angra Mainyu ismi, zamanla de­ğişmiş ve “Anuremîn” şeklini almıştır. Daha sonra da “Ehri­men” denilmeye başlamıştır. Zerdüşt dininin esaslarından bi­ri de ahiret hayatına inanmaktı. O, insan hayatının bu maddi âlemdeki ölümle son bulmadığını, aksine bundan sonra da bir hayat olduğunu söylerdi. Ona göre dünya hayatından sonraki hayatta iki âlem vardı: Saadet âlemi ve sıkıntı âlemi. Dünya hayatında salih amel işleyenler, saadet alemine girer­ken, benliklerini şerlerle kirletenler sıkıntı âlemine girerlerdi.
Ruhun baki kalması da Zerdüşt dininin temel inançların­dan biridir. O, nefsin fânî olduğunu, ruhun ise ölümden son­ra bile bakî olup yaptıklarının karşılığını göreceğini söylerdi.
Zerdüşt dininin en fazla önem verdiği boyut, ahlâk yasasıydı. Zerdüşt'e göre ahlâk, dinden ayrı bir unsur değildi. Oysa Yunan inancında ahlâk dinden ayrıydı. Zerdüşt, ahlâkı dinin ayrılmaz bir unsuru olarak görürdü. Din, onun gözün­de ulusal bir kimlik de değildi. Bir takım harici görüntü ve kurallarla da sınırlı olamazdı. Aksine o, bireysel hayat için konmuş bir yasa ve düzendi. Nefs temizliği ve salih amel, onun dinsel öğretilerinin odağını oluşturmaktaydı. O, niyet, söz ve fiilin bu yasaya tamamen uymasını şart koşardı. Onun tebliğ ettiği bu yasa, şu üç kelimeyle özetlenebilirdi: İyi niyet, iyi söz ve iyi fiil. Prof. Grundy'nin de ifade ettiği gibi onun di­ni, “Hakikat ve fiil dini idi. O, dini Persler'in günlük hayatla­rının bir hakikati haline getirmiş, güzel ahlâkı da dini için te­mel esas yapmıştı.”
Zerdüşt'ün dininde hiç bir putperestlik tezahürü yoktu. O, puta tapmayı hiç bir şekilde hoş görmemişti. Ancak tebliğ ettiği din, zaman içinde tahrif edilip değiştirilmişti. Fakat onun takipçileri putperestlikten uzak durmaya devam edi­yordu. Malcolm, İran Tarihi adlı eserinde bunu belirterek şöy­le demiştir: “Antik toplumlar arasında sadece İran toplumu putperestliğin hiç bir türüne bulaşmamıştır.”
Antik Hint toplumları da tevhidin bu türüyle tanışmışlar­dır. Ama bu tasavvur, ülkenin belli bir kısmıyla sınırlı kal­mıştır. Çoğunluğu putperestliği tercih etmiştir. Zerdüşt, tevhid dillinin tebliğinde avam-havas ayrımı yapmamıştır. Onun takipçileri, toplumun her tabakasında Allah'ı birleme­yi sürdürmüşlerdir. Antik çağda putperestliğin egemen ol­duğu yerkürede tevhide çağıran sadece iki davet çıkmıştır dersek hata etmiş olmayız: Bunların ilki İbrahim (as)'ın Sâmî halklarına yönelik daveti ve Zerdüşt'ün Arî halklarına yöne­lik daveti. [92]

Zerdüşt ve Dualizm


İnsanlar, Zerdüşt dininin ulûhiyet ve dualizm esasları üzeri­ne kurulduğunu zannetmişlerdir. Dualizm, evrende iki ilahın bulunduğunu söyler: İyilik ilahı, kötülük ilahı. Zerdüşt önce­sinde mecûsilerin böyle bir inanışları vardı. Ancak yapılan derin inceleme ve araştırmalar bu zannın yersiz olduğunu or­taya koymuştur. Zerdüşt evrende iki aslın, yani hayır ve şer­rin bulunduğunu söylemiştir. Ama o, birbirlerine denk iki ilah varolduğunu söylememiştir. Halbuki mecûsîlerin temel inanışları buydu. Zerdüşt ise, bunu kesin bir dille inkar et­miştir. O, ahlâkta dualizmi ifade etmesine rağmen ulûhiyetteki dualizmi asla kabul etmemiştir.
Yaşadığımız çağda Zerdüşt dinme mensup bazı İranlılar, Zerdüşt dinini dualizmden tamamen tecrid etmeye çalışmış­lardır. Ancak bu çabaları, türlü zorlamalardan uzak kalamamıştır. Bu tür çabalara gerek yoktur.
Zerdüşt'ün dile getirdiği dualizmin gerçek yüzü nedir? Bu dualizm, evrende iki aslın bulunduğunu ifade etmekten öte git­memektedir. Bu iki asıl, hayır ve şerdir. Ona göre şerre sebep olan “Angra Mainyu-Ehrimen” yani şeytandır. Dualizmin bu türü, bütün dinlerde mevcuttur. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İs­lam dinlerinin hepsinde bu ikilem vardır. Üç din de şeytanın varlığını kabul etmektedir. Avesta'da zikredilen “Angra Mainyu”yu tahlil ettiğimiz zaman, üç semavi dindeki şeytan ile onun arasında özde bir farklılık olmadığını görüyoruz.
Burada karşımıza temel bir mesele çıkmaktadır: Evrende her şeyi iyi veya kötü olarak tanımlamak mümkün değil mi­dir? İyi veya kötü olarak adlandırdığımız şeylerin dış alemde varlıkları olmayıp sadece bize göre içsel oldukları doğru de­ğil midir? Bunu kabul ettiğimizde şeytan veya “Angra Mainyu” gibi varlıkların mevcudiyetine ihtiyaç kalmamaktadır. Ama iyilik ve kötülük için birbirlerini dengeleyen iki hakikat bulunduğunu söylediğimizde, dualizmi bir şekilde kabul et­mekten başka çare kalmamaktadır. Dualizme hangi ismi ve­rirsek verelim, bir şekilde varlığını kabullenmemiz gerek­mektedir. Dualizmin inanç dünyamızdaki yeri de boşalmayacaktır.
Platon, Devlet adlı kitabında Socrates'in şu sözünü aktar­maktadır: Evrende kötülük, iyilikten daha yaygındır. Kötülü­ğün sebebi Allah olamayacağına göre, bunu başka bir varlık­ta aramak gerekir. Bu arayış da bize şeytana, ya da “Angra Mainyu”ya götürecektir. Tevrat'ın Tekvin bölümü, Adem (as) ile şeytanın kıssasını anlatırken Zerdüşt'ün Avesta'sı da “Cem” ile “Angra Mainyu”nun kıssasını aktarmaktadır. İsim ve mekanlar farklı olsa bile her iki kıssada da aynı hakikat an­latılmaktadır. [93]

Mazdeizm'in Ahlâk Anlayışı


Modern dönem bilginlerinin ortak görüşü, Zerdüşt'ün insan­lığın düşünsel ve ahlâkî gelişiminde çok önemli bir yere sahip olduğudur. Yunan ve Roma toplumlarının çok düşük bir ahlâk anlayışına sahip oldukları bir dönemde, milattan beş asır önce Zerdüşt Med ve Pers toplumlarını çok ileri ve duru bir ahlâk düzeyine taşımıştır. Onun tebliğ ettiği dinin yegâne amacı, bireysel hayatı her türlü kötülükten arındırmaktı. Bu din, salih ameller ve üstün erdemler için model kalıplarını dökmüş bir dindi.
Mazdeizm'in bu yönüne kimler şahitlik etmektedir?
Bu yönde şahitlikte bulunanlar, Persler'le uzaktan yakın­dan hiç bir ilişkileri olmaması bir yana, aynı zamanda belki de en azılı düşmanlarıdır. Aralarındaki düşmanlığa rağmen Persler'in ahlâkî bakımdan üstünlüğüne tanıklık eden bu kimseler, Herodotos ve Xenophon gibi Yunanlı tarihçilerdir. Her ikisi de Persler'in donandıkları ahlâka Yunan halkının çok uzak olduğunu itiraf etmişlerdir. Bu bağlamda Prof. Grundy'nin şu sözünü aktarmak yerinde olacaktır: “Pers­ler'in sahip oldukları dürüstlük ve güzel ahlâk, onlarla aynı çağda yaşayan hiç bir toplumda benzeri görülmemiş nitelik­tedir.” [94]

Dârâ Kitabeleri


Zerdüştlük, Dârâ döneminde gücünün zirvesine ulaşmıştır. Bu imparatorun kitabelerine baktığımızda, Zerdüşt'ün tebliğ ettiği dine ait mesajların kitabenin satırlarına serpildiğini gör­mekteyiz. Dârâ, ikibin beşyüz yıllık kitabelerinden birinde şöyle demektedir:
“Yüce ilah Ahura Mazda, yeryüzünü yaratan, gökyüzünü yükselten, insanlığa saadet kapılarını açan O'dur. Dârâ'yı bir çok insanın üstüne hakim ve yasa koyucu olarak geçiren de yalnız O'dur.”
Başka bir yerde ise şöyle demektedir:
“Dârâ bütün insanlığa şunu ilan eder: Bu mülkü lütuf ve rahmetinin eseri olarak bana veren Ahura Mazda'dır. Yeryü­zünde huzur ve güveni tesis etmeyi yalnız O'nun tevfiki ile başardım. İlahım Ahura Mazda'ya yakarıyorum. Beni, ailemi ve tebaam kıldığı bütün insanları gözetsin. Ey Rabbim Ahu­ra Mazda! Duamı işit ve kabul buyur!” [95]

Sırat-ı Müstakim'e Davet


Dârâ başka bir kitabesinde de şöyle demiştir: “Ey insan! Ahura Mazda sana kötülüğe asla dalmamayı ve sırat-ı müstakimden ebediyen ayrılmamayı emretti. Bütün hallerinde günahtan sakın!”
Şunu da unutmamak gerekir ki Dârâ, Kûruş'un amcasının oğlu idi. Ölümünden sekiz yıl sonra da onun halefi olmuştu. Bu bağlamda söylenenleri bir anlamda Kûruş'un sözleri gibi görmek mümkündür. Dârâ'nın bütün başarısını Ahura Mazda'nın lütuf ve rahmetine bağlaması, Zülkarneyn'in şu sözü­ne aynen uymaktadır:
“Bu, Rabbim'den bir rahmettir.” [96]

Mazdeizm'in Gerileme ve Bozulması


Zerdüşt dini, milattan önce üçüncü yüzyılda gerileme süreci­ne girmiştir. Bunda en büyük etken, eski mecûsî inançlarının yeniden dirilmeye başlaması [97] ve dış faktörlerin İran'da et­kinliğinin artmasıdır. Öyle ki Küruş ve Dârâ'nın benimsedik­leri bu din, Roma İmparatoru Antonius döneminde, bambaş­ka bir kimliğe bürünmüş, ilk sadeliğini yitirerek bir takım gi­rift inanışlarla karıştırılmıştır.
Hiç kuşkusuz İskender'in fethi, sadece Pers devletini orta­dan kaldırmakla kalmamış, aynı zamanda ulusal dinleri olan Mazdeizm'i de derinden yaralamıştı. Bu bağlamda Pers mito­lojisi, Zerdüşt'ün kutsal sahifesinin oniki bin öküz derisine altından mürekkeple yazılı olduğunu ve tamamının İskender tarafından yakıldığını bildirmiştir.
Oniki bin öküz derisi elbette mübalağalı bir sayıdır. Ama Nabukadnazar'ın saldırısının Tevrat üzerindeki tahribatın bir benzerinin, İskender'in İran seferinde Avesta için sözkonusu olduğu da inkar edilemez bir gerçektir. Her iki din de kaynaklarının büyük bölümünü bu saldırılarda kaybetmiş­lerdir.
İskender'den beş asır sonra, Sasanî İmparatorluğu kurul­duğu zaman Persler Zerdüşt dinini yeniden ihya etmek iste­mişlerdir. Üzeyr peygamber Babil esaretinden sonra Tevrat'ı nasıl yeniden yazmışsa, Avesta da aynı şekilde yeniden yazıl­mıştır. Ama dinin gerçek özellikleri çoktan tahrif edilmiş ol­duğu için yeni Zerdüşt dini saf bir din olmaktan çok mecûsîlik, Yunan dini ve Zerdüştlüğün harmanından oluşmuş bir dindi. Dini yorumlayanlar meseleyi sulandırmışlar ve bu yüzden dinin aslından olabildiğince uzaklaşılmıştır. [98]

İSLÂM VE ZERDÜŞTİLER


İslamın geldiği dönemde bu tahrif edilmiş Zerdüştlük, Araplar tarafından Mecusîlik olarak bilinmekteydi. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi bu bir hata idi. Nitekim Al­lah Resulü bunun farkına varmış ve Zerdüştîler hakkında Şöyle buyurmuştur:
“Onlara da Ehl-i Kitab gibi davranın.” Bundan çıkan, İslam Peygamberi'nin Zerdüştîleri, müşrik makamına koymadığıdır. Bilakis onları Ehl-i Kitab'la aynı ko­numa oturtmuştur.
İslam, Zerdüştiler için yahûdî ve hıristiyanlarla aynı kana­ate sahip olmuştur. Bilindiği üzere islam bu iki dinin asılları­nı tasdik etmekle birlikte tahrif edilmiş akidelerini inkar et­mekteydi. Aynı durum, Zerdüştlük için de geçerli olmuş ve islam bu dinin de aslını değil tahrif edilmiş akidelerini red­detmiştir.
Bu konuda Ali (ra)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Mecûsîlerin ne üzere olduklarını iyi biliyorum. Onların da uygula­dıkları bir şeriat ve inandıkları bir kitab var. Bu yüzden onla­ra da Ehl-i Kitab gibi davranacağım.”
Müslümanlar Zerdüşt dininin aslında ateşe tapmanın de­ğil tevhidin bulunduğunu biliyorlardı. Zerdüşt de eski pey­gamberlerden biriydi. Şehname yazarı Firdevsî bu konuda şunları söylemiştir:
“Zerdüştiler hakkında onlar ateşe taparlardı demeyin. Ak­sine Tek ve Kahhâr olan Allah'a taparlardı.”
Ebu Reyhan el-Bîrûnî Firdevsî ile aynı dönemde yaşamış bir tarihçi idi. el-Asâru'l-bâkıye adlı eserinde Zerdüştlük ile mecûsîlik arasında ayrım yapma ihtiyacını duymuştur. İşrâk felsefesinin şeyhi Şihâbuddîn de Hikmetu'l-işrâk adlı kitabın­da Zerdüşt'ün bir peygamber olduğunu yazmıştır. Hatta bu­nunla da kalmamış Zerdüşt ile Yeni Platonculuk arasında ilişki kurmuştur. [99] Hikmetu'l-işrâk kitabını şerheden Kutbeddîn eş-Şîrâzî de onunla aynı görüşü paylaşmıştır. Hind yarı­madasının büyük sûfilerinden Mirza Mazhar Cân Cânân da Hind ve iran'ın eski dinlerinin liderlerinden sözederken ben­zer bir görüş beyan etmiştir. [100]
Müslümanlar İran'ın fethinden sonra eski kitapları tercü­me ederken Sasanî döneminde yazılmış olan Avesta'yı da ter­cüme etmişlerdi. Ebu Hamza el-İsfahânî bu kitaba sık sık işa­rette bulunmuştur. [101] el-Mesûdî ve el-Bîrûnî de Avesta'nın içe­riğine ait nakillerde bulunmuşlardır, ifadelerine göre tercü­me edilen Avesta, her biri dörtyüz sayfa tutan yirmi bir ciltlik bir eserdi. Ciltlerden birinde alemin başı ve sonu anlatılmak­taydı. Son ciltte ise ahlâkî öğretiler yeralmaktaydı. [102]
Çok üzücü olan Arapça Avesta'nın Hicri dördüncü asıra dek mevcut iken daha sonra kaybolması idi. Ebu Hamza el-İsfahânî'nin de kaydettiği gibi bu nüsha kaybolmuştur. Gü­nümüzde de dünyanın hiç bir kütüphanesinde bu eser bu­lunmamaktadır. Elimizde Avesta adına varolan tek parça Sa­sanî dönemine ait metnin eksik bir cildidir. Bu da Hindistan'a göçen Zerdüştiler ve Parisîler sayesinde korunabilmiştir. Bu cildin ortaya çıkarılması ve muhtevasının değerlendirilmesi noktasında Fransız şarkiyatçı Anquetil-Duperron'un çabala­rına çok şeyler borçlu olduğumuzu belirtmemiz gerekir. Sözkonusu cilt, beş bölümden (Gatha) ibarettir. Zerdüşt'ün yaşa­dığı çağdan sözeden bu cilt, Sasânî devrinde veya sonrasında yazılmıştır.
Son olarak açıklamamız gereken bir husus daha kaldı:
“Buyurduk ki: Ey Zülkarneyn!” [103] Bu hitab ile murad edilen nedir? Zülkarneyn kendisine vahy indirilmiş bir peygamber miydi?
Bu konuda tefsir bilginlerinin farklı görüşleri vardır:
er-Razî, bunun manevî bir hitap olduğunu söylemiştir. Onun bu açıklamasının asıl sebebi, kendisinin Zülkarneyn olarak Büyük İskender'i görmekte ısrar etmesidir. Ona göre Zülkarneyn peygamber sıfatlarına sahip değildi.
Hiç kuşkusuz “Buyurduk ki” kelimesi bazı ayetlerde bu anlamda kullanılmıştır: Mesela
“Ona bir parçasıyla vurun buyurduk.” [104] Bu hitap, fiilî olarak değil fıtrî ola­rak yapılmış olabilir. Şu ayette olduğu gibi:
“Buyurduk ki: Ey ateş! İbrahim için serinlik ve huzur ol!” [105]
Ancak bu açıklamalar da güçlü delillere muhtaçtır. Bura­da ise sözkonusu destekler mevcut değildir.
Şu halde Zülkarneyn'in vahye bizzat muhatap olduğunu söylememizi engelleyecek bir izah sözkonusu değildir.
Sahabeden bir çoğu da onun peygamber olduğunu söyle­mişlerdir. İslam alimlerinden bazıları da bu görüştedir. Örne­ğin İbn-i Teymiyye ve İbn-i Kesîr bu görüştedir. Şimdi Kur'an'da geçen ifadelerin Kûruş'a uygulanıp uygulanama­yacağına bakalım. Bize göre tarih onun peygamberliğine de­lalet etmekte, kutsal metinler de onun risaletini teyid etmek­tedir.
Üzeyr peygamberin kitabında naklettiği üzere Kudüs'teki mabedin inşasıyla ilgili fermanında şöyle demektedir:
“Rabbim bana Yehûda topraklarında bir mabed inşa et­memi emretti.” Bu ifade, Kur'an nassında geçen ifadeyle pa­ralellik arzetmektedir. Özetle söylemek gerekirse, hem tarih­sel veriler, hem de kutsal metinler onun kulluğunu ve pey­gamberliğini destekler niteliktedir. [106]


[1] Kehf: 18/83-98
[2] Büyük Med Pers İmparatoru Kûruş'un ismiyle ilgili farklı telaffuzlar mevcut­tur: Kuruş, Koros (Grekçe); Cyrus (Latince); Kuruş (Orta Farsça); Kuraş (Elamca); Kuraş (Babil); Koreş (fbranice).
[3] Sîret-i İbn-i Hişâm, c. 2, s. 39.
[4] Hind yarımadasının Kur'ân ilimleri üzerindeki derinliğiyle tanınmış alimle­rinden biridir. 1962 Yılında vefat etmiştir.
[5] Sîret-i İbn-i Hişâm, c. 3, s. 321.
[6] Tefsîr-i Taberî, c. 5, s. 127.
[7] ed-Dürrü'l-mensûr, c. 4, s. 210.
[8] Hâtime-i Tefsîr-i Süfyân es-Sevrî, Tahkik, 1. Ali Arşı, s. 430.
[9] İsrâ: 17/85.
[10] Kehf: 18/9
[11] Abraham Winfinson yahûdî tarihiyle ilgili kitabında şunları söylemektedir: Sözkonusu rivayetin gerçeğe uygun olması ihtimalini destekleyen bir delili­miz var. Talmud'da Ashab-ı Kehf'in kıssasına çok benzeyen bir cemaatin kıs­sası mevcuttur. Yahûdî dinadamları, Allah Resûlü'ne sorulacak soruları bura­dan almış olabilirler. A. Winfinson, Târîhu'l-yehûd fi b'üâdi'l-Amh, s. 98. Yu­karıda da belirttiğimiz gibi, sözkonusu soruların yahûdîlerin telkiniyle sorul­muş olması mümkün görünmemektedir.Talmud'da anlatılan kıssanın özeti de sudur: Bir yahûdî, Musa (as) döneminde Sina yarımadasında sırtları üze­rine uzanmış bir takım ölüler görmüştü. Eğer sözkonusu soru, bunlar hakkın­da idiyse, bu da Kur'an'ın anlattığı kıssaya pek uygun düşmemektedir.
[12] ed-Dürrü'l-mensûr, c. 4, s. 210.
[13] ed-Dürrü'l-mensûr, c. 4, s. 240.
[14] Hıfzurrahmân, Kasasu'l-Kur'ân, c. 3, s. 113.
[15] Bk. Tefsir, er-Râzî, c. 5, s. 75; Tefsfr-i îbn-i Kesir, c. 3, s. 100; Tefsîr-i Kurrubî, c. 11, s. 45; Tefsîr-i Ebî Mes'ûd, c. 2, s. 20; ed-Dürrü'1-mensûr, c. 2, s. 240; Târîh-i Taberî, c. 2, s. 6; Murûcu'z-zeheb, c. 1, s. 138; el-Asâru'İ-bâkıye, s. 41; el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 2, s. 105; Târîh-i Ebi'1-Fidâ, c. 1, s. 1; Simâru'l-kulûb, s. 232; ayn-ca el-Keşşaf, el-Beydâvf, el-Kâmil ve Târîh-i Yakûbî'ye bakılabilir.
[16] Mu'âlemâtu'l-esrâr, c. 1, s. 23.
[17] İzâletu'r-rayn..., s. 14.
[18] Târîhu Arabin kadîm, s. 104.
[19] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 23-27.
[20] Asıl adı, Muhyiddin b. Hayruddîn'dir. 1885-1958 Yılları arasında yaşamıştır. Babası Hind, annesi Arap asıllıdır. Hindistan'ın büyük alimlerinden, tanınmış hatiplerinden ve bağımsızlık hareketi liderlerinden biridir. Gandİ ile birlikte Hind Bağımsızlık Hareketi'nin liderliğini yapmış, Kongre Partisi başkanlığı yapmıştır. Bağımsızlıktan sonra kurulan hükümette Milli Eğitim Bakanı ol­muştur. Bir çok ilmî çalışması vardır. Tamamlamaya ömrünün yetmediği Ter-ciimân-ı Kur'an adlı bir tefsiri vardır.
[21] Kehf: 18/83.
[22] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 27-29.
[23] el-Bîrûnî, el-Asâru'l-bâkıye, s. 40.
[24] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 29-33.
[25] Sifr-i Danyal, 8/1
[26] Sifr-i Danyal, 8/15
[27] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 33-36.
[28] Ahd-i Atîk, 44/34
[29] Ahd-i Atîk, 45/1
[30] Ahd-i Atîk, 46/11
[31] Ahd-i Atîk, 50/1
[32] Ahd-i Atîk, 39/1
[33] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 36-37.
[34] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 37-40.
[35] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 41-42.
[36] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 42-43.
[37] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 43-45.
[38] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 45-46.
[39] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 46-47.
[40] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 47-50.
[41] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 50-52.
[42] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 53.
[43] Târîhu muiûki'l-arz, Almanya basımı, s. 22.
[44] el-Asâru'l-bâkıye, Avrupa basımı, s. 1000.
[45] Tecâribu 't-ümem, (Tizkâr, Ğab), s. 4.
[46] s. 105.
[47] s. 102.
[48] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 53-57.
[49] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 57-58.
[50] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 58-59.
[51] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 59-60.
[52] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 60-61.
[53] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 61.
[54] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 61-63.
[55] Bu tercüme yetmiş iki yahûdî dinadamı tarafından Mısır Kralı Batlamyus ve halefinin emriyle yapılmıştır. (M. Ö. 284-247) Bu yüzden de "Yetmişli Tercü­me" olarak ünlenmiştir. Ayrıca bu tercümede Larin sayılarına işaret vardır.
[56] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 63-65.
[57] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 65.
[58] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 65-66.
[59] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 66-67.
[60] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 67-69.
[61] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 71.
[62] Kehf: 18/84.
[63] Yusuf: 12/56.
[64] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 71-72.
[65] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 72-73.
[66] 8/7.
[67] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 73-74.
[68] Kehf: 18/86.
[69] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 75.
[70] Kehf: 18/90.
[71] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 75.
[72] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 76.
[73] Kehf: 18/93.
[74] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 76-77.
[75] Kehf: 18/86.
[76] Kehf: 18/87-88.
[77] Kehf: 18/88.
[78] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 77-80.
[79] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 81-82.
[80] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 82-83.
[81] J. A. Hamarton, Universal History of The World, c. 2, s. 1085.
[82] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 83-84.
[83] Al-i İmrân: 3/73.
[84] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 85-86.
[85] Zann-i galibe göre Zerdüşt için bilinen en sağlıklı isim Pehlevîce Zârathestra ismidir. Erdebîler bu ismi tahrif ederek Zârastro demişlerdir. İsimlerin sonla­rı, Pehlevî dilinde de, Sanskritçe'de olduğu gibi mutlaka hemzeli olur ve fethalı olarak okunurdu. Bu hemzeyi belirtmek için günümüzde “Elif” harfi ko­nulmaktadır. Buna göre Zârâtistra kelimesinin sonu fetha sesiyle okunur. Kla­sik Pehlevi dilinde “Tâ” harfinin yerini Sasanî Pehlevîce' sinde “Dal” harfi al­mıştır. Örneğin Pehlevîce'de “Yezata” kelimesi Sasanî Pehlevîce'sinde “Yezdâ” şeklinde yazılmıştır. Zamanla bu kelime de tahrif edilerek “Yezdan” şek­lini almıştır. Bu değişiklik Pers dininin kurucusunun isminde de yaşanmıştır. Nitekim onun ismi de Zârahestra'dan Zerdehüşt şekline dönüşmüştür. Arap­lar bunu da tahrif ederek Zerleit veya Zerdüşt demişlerdir. Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 86.
[86] “Ater” kelimesi klasik Pehlevî dilinde ateş anlamına gelmektedir. Kelime za­man içinde tahrif edilerek önce “Azer”, sonra “Ateş” şeklinî almıştır. Buna göre beldeye “Aterbaikân” yani ateş bahçesi adı verilmiştir. Bunun sebebi ül­kede bulunan doğalgaz kaynakları ve bazı bölgelerdeki yağlı topraklardan dolayıdır. Buralara ateşle yaklaşıldığında tutuşma olmaktaydı. Ülkenin bu isimle anılması kadar doğal bir şey olamaz.
[87] Bu kelime Spiegel'in okumasında “Vîgu” şeklinde değil “Vîg” olarak okun­muştur. Vendida'nın İkinci ayetinde şöyle denilmektedir; “Ahura Mazda der ki: Yarattığım ilk memleket İryânâ'dır.” Yirmibirinci ayette ise Hürmüzdişet'i selamla zikretmektedir.
[88] “Mûgûş” kelimesi Araplar tarafından “Mecûs” şeklinde telaffuz edilmiştir.
[89] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 87-90.
[90] Yesnâ: 48/10.
[91] Yesnâ 32 Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 91-92.
[92] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 92-94.
[93] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 94-95.
[94] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 95-96.
[95] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 96-97.
[96] Kehf: 18/98. Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 97.
[97] Benzer bir gelişme Hindistan'daki Budizm'in başına da gelmiştir. Uzun za­man Hinduizm'e baskın olan Budizm zamanla zayıflamış ve Hinduizm'in içinde eriyip gitmiştir.
[98] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 97-98.
[99] İskenderiye şehrinde yaşayan filozoflar Roma İmparatoru Justinyen tarafın­dan 259 yılında sürgün edilmişlerdi. Bunların bir kısmı da İran'a gitmişlerdi. Bu filozoflar İran sarayında Enuşirevân tarafından sevgiyle karşılanmışlardı. Pers literatürü bu filozoflar sayesinde Yeni Platonculuk'la tanışmıştı.
[100] Kelimâtıın tayyibât, Mektup No. 14, s. 27.
[101] Târîhu mulûki'l-arz, s. 64.
[102] el-Mes'ûdî, c. 2, s. 126; el-Asâru'l-bâkıye, s. 105.
[103] Kehf: 18/86.
[104] Bakara: 2/73.
[105] Enbiya: 21/69.
[106] Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, İz Yayınları, (2. Baskı) İstanbul 2004: 99-102.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder